Türkiye'nin keder ve coşkusu hiç kesilmeyen nefesinde 49'uncu yaşıma basıyorum. Can evimdeyim; kendi kendimi vurduğum, kırdığım, kıyam ettiğim, sevdiğim, özlediğim, gurbete düştüğüm, cananıma kavuşmayı umduğum yerde...
Yüz yüze bir sessizliği çoğaltıyoruz birlikte. Ülkem ve ben. Benim gibi binler, yüz binler... Umudunu ve korkusunu yüreğinde bir ur gibi büyütenler... Kimimiz bu urdan isyan ve lanet sözcüklerine madde yazarak kurtulmaya çalışırken kibir tahtında kral oluyor. Memnuniyetsiz, tatminsiz, aynı oyuğu eşeleyip duruyoruz, adına ilerleme diyerek. Kimimiz de bağlılık sadakat ve tevazu içinde söylediklerinden çok sustuğu dillerde yaşıyor. Yaşatmaya çalışıyor.
Çocukken tek kişilik bir aileydim, İstanbul'un serin yaz ikindileriyle, habire kırılan kaldırım taşlarıyla, Boğaz'ın balıkçıllarıyla konuşurdum, seher rüzgarıyla gelen dualara amin derdim. Yalnızlıkla öyle çok sınandım ki, yetişkinliğe geçtikçe bunun ne büyük bir nimet olduğunu her seferinde bedel ödeterek öğretti bana yaşadıklarım. Farklı kesim ve cemaatlerin durmadan birbirine düştüğü ve düşürüldüğü bir yerde 'münferit' olmanın olumsuz olduğu kadar olumlu yanlarını da aşındırdı çünkü benim gibi pek çokları.
Çarelerin tükendiği anda yaşadım hep bu ülkede. Geçiş dönemlerinin hiç sonu gelmedi. Şimdi zulmün, katliam ve darbelerin, husumetin, haset, kin ve nefretin, riya ve yalanların, karalama ve çarpıtmaların, kışkırtmaların buruşturduğu acılı yüzünde Türkiye'nin: Tebessümünü, müjdesini, merhamet ve tahammül eşiğinin genişleyen ifadesini, masumiyet ve saflığının gölgeliklerini de yakalıyorum bir o kadar.
Birbirinde tastamam zıt gruplarda, kesimlerde, hayat tarzlarında soluk alıp verdim. Hemen her görüşten, her kimlikten dostlarım oldu birlikte sabahladığım. Kendime en uzak sandıklarımı bağrıma bastım.
Barışmak ve anlaşmak için illa aynı fikirde olmak gerekmediğini küçük yaşta kavramıştım. Neredeyse en geniş zamanlı ahdim oldu bu benim. Daha suç işlemeden tek ayağı havada cezaya kaldırılmanın getirdiği bir hassasiyet idi belki: Hak vermediklerini anlamaya çalışmak. Çünkü o hak vermediklerin veya sana haksızlık yapanlar bazen çok yakınların, en sevdiklerin olabiliyordu!
70'lerde İstanbul'un Batılı bir semtinde şehirli üst sınıfın farklı kökenlerden gelen öğrencileri kadar dert ortağım Melek adlı bir köylü kızıydı. Bizi durmadan birbirimize düşürenlerin her taşın altından çıktığı topraklarda sevmek için aynı olmak gerekmiyordu. Bir arada yaşamak için birbirine benzemek gerekmediği gibi... 80'lerin apolitik üniversite öğrencileri olarak bireyselliği ve tüketimi keşfetmeye başlamıştık. Bir yandan ise gazetecilik ve dergiciliğe devam ediyordum. Bu sebeple içinden geldiğim çevreye dışarıdan, mesafeli bakmayı öğrenmeye başlamıştım. İnkar etmeden.
90'larda çok kanallı döneme geçilirken, gerek Güneydoğu'da, gerekse 28 Şubat'ta yaşananlar bu çeşitlenen kameraların ardında bizi çaresiz bırakan tek sesliliğe mahkum edecekti. Bir yandan da televizyon dahil, reklam tanıtım, kültür ve sanat piyasasında ve medyanın çeşitli alanlarında birbirinden farklı tecrübeler biriktiriyordum. Bu büyük bir açılım değildi elbet. Ülkenin şimdi dahi sadece güney ve batı sahillerinde gezip dolaşan ve Batı'ya seyahat edenler ne kadar ruhun doğuya yolculuğunu keşfedebilirse artık, o kadardı!
94 seçimlerinde dini bir partinin belediye başkanlıklarını kazanması bizim çevrelerde o kadar büyük bir infial yaratmıştı ki, o vakitler çalıştığım haber dergisinde bu kişilerin bu ülkenin birer vatandaşı olduğunu yazmamız bile büyük protestolara yol açmıştı. İlk büyük yarılmam Kemalist Batılı çevrelere karış o döneme rastlar. Tayyip Erdoğan İstanbul'a belediye başkanı olduğunda dönemin yeni yıldızı Yeni Yüzyıl gazetesinde bizim çevrelerden onunla ilk söyleşi yapanlardan biriydim. O vakte dek söyleşi yaptığım birkaç kişi dışında o çevreden konuştuğum ilk kişilerden biriydi Erdoğan! Evet 25 yaşımı çoktan geçmiştim ve memleketin yarısından fazlasıyla hiç temas etmemiştim. Pek çok genç gazeteci gibi.
Türkiye'nin hemen her kesimi mağdur edilmiş ve birbirine yabancı bırakılmıştı. Bizzat kendi ailemden gazeteci Abdi İpekçi'yi darbe olgunlaştırma operasyonlarından birinde, bir azmettiricisi meçhul cinayette yitirmiş idik. Bu sebeple Erdoğan'la bambaşka bir sese bürünecek olan Türkiye'nin 'yüz yüze gelme, buluşma / açılım / çözüm / barışma' hikayesi bizim de hikayemiz olacaktı.
İnsan bütün değişimlerini içeriyor, henüz içinden geçmediklerini de. Gelip geçerken, tıpkı Türkiye'nin hızla değişen hareketli ruh hali gibi ben de değiştim, dönüştüm. Bu toprakların mayasındaki gönül dilini, iç içe geçmiş özümüzün muhteşem karmaşasının yansıdığı aşk ve irfan dilini işitmeye başlamam ise 2000'lere rastlar. 35'lerime...
İnanç anlamından ziyade kültürel ve sosyolojik anlamda bu bahsettiğim büyük hikayenin söylemine dahil olmaya ve gündelik hayatımızın dip akıntılarında sürüklenen gizli hazineye yaklaşmaya başladıkça... Kimileri çıktı gitti hayatımdan, kendiliğinden. Kavgasız gürültüsüz kırık dökük... Ve başka başka sesler, kokular, şarkılar, dualar, rüyalar, umutlar içinde, bana en zıt gelen ne varsa, en ummadıklarımla bile bütünleşmeye başlayacaktım.
Ne beyaz Türklerin despot dediklerini, ne muhafazakarların monşer dediklerini, ne Kürt diye, Alevi diye aşağılananları, ne solcuların sağcı, ülkücü diye dışladıklarını dışarıda bırakmayan bir birlik ruhunun izdüşümüne rastlamıştım çünkü bu toprakların iç sesinde.
Ne de olsa her fikrin bir zalimi vardı, tabii bir masumu da. İnciyi diplere dalıp çıkarmak, artık bizim marifetimizdi. Aşk ve irfan seviyesi yükselmeyen bir toplumda ne sanat, ne adalet, ne masumiyet, iyi niyet filizlenebiliyor. Celal ve cemal'i bir'lemeyen, hayatı tevhid etmeyen yem oluyor kurda kuşa.
Çocukluğundan beri kendini yazmaya vermiş biri olarak, neredeyse yarım asırlık bir nefes içinde giderek daha az cümlenin, daha az kelimenin sese dönüştüğü bir dönemeçteyim şimdi. Bizi bütüne, şevke, arzuya, özleme, ilhama dönüştüren bir şiirin sesinde... Ömrümün dolunay gecesinde, bir türlü çıkamadığımız kan çanağının belki dibinde bir yerlerde... Aşkın şahitliğini çağırıp duruyorum. Acizane.