Pazar günkü mitinginde 'yerli ve milli' milletvekili istemekten bahseden Erdoğan'la iki gündür durmadan dalga geçen, onu küçümseyen eski dostlarım var sosyal medyada. Hatta aynı şekilde mesela fetih kelimesinin işgalden bir farkı yoktur onlar için, cihad kelimesinin saldırganlıktan bir farkı olmadığı gibi. Bu o kadar içeriden bildiğim bir şey ki. İnsan kendi geldiği kesimi inkar etmemeli. Çünkü insan tüm değişimlerini içerir.
Evet, yerli ve milli! Bu kavramların evrensel insanın sesini hiç yansıtmadığından dem vuran bir kesimden geliyorum. Bir kişi veya topluluktan yerli ve milli diye söz edildiğinde Özal'la popüler olan bir tür Türk İslam sentezi akla gelir hemen. Ki bunun da faşizmle eşdeğer bir yankısı vardır geldiğim kesimde.
Bayrağını, vatanını sevdiğini her fırsatta söyleyen, millet için çalışmaktan bahseden, halk için ve hak için hizmet ettiğini belirten, şehitler ölmez vatan bölünmez sloganını atan muhafazakar hemen herkes az ya da çok bu kategoriye doğal olarak dahil edilir. Bu büyük ölçüde böyle şekillenmiştir liberal, demokrat, aydın olarak kendini tanımlayan sosyalist ve antikemalist çevrelerde. Elbette tamamından bahsetmek doğru olmaz, ama kabaca böyledir.
Yıllar önce, Lübnan ile Suriye arasındaki bir sınır bölgede, İsrail'in hava saldırıları devam ederken otobüsümüze Türk bayrağını asmaya karar vermiştik. Sıcak savaşla bir ilgimiz olmadığını, sadece bu saldırıyı sözle protesto etmek için orada olduğumuzu belirten bir semboldü bu nihayetinde.
O en sıcak anda bile aramızda “ben kendimi bu bayrakla tanımlamıyorum, bunu kabul etmiyorum” diyen Türkler çıktı. Bir nebze yadırgamıştım ama çok da vahim bulmamıştım. Çünkü bu bayrağın tıpkı bir silah gibi zulmettiğimiz her kesime karşı kullanıldığını defalarca tecrübe etmiştik. 90'larda Jitem'in zulmettiği ve sonradan aramızda yaşamaya gelmek için her şeylerini bir gecede bırakıp yollara düşmüş Kürtlere, malları yağmalanan azınlıklara karşı vs. Daha sonraki dönemde Cumhuriyet mitinglerinde de yine aynı şey olacaktı nitekim.
Hayat bize şunu defalarca öğretti: Milli ve yerli olmanın tek geçerli kıstası vardı. Ne ideolojik, ne kimlik temelliydi. Adalet ve zulüm ekseninde olmalıydı bu sadece. Çünkü yerli'yi ve yabancı'yı adalet ve zulüm dışındaki birimlerle tanımlamaya başladıkça kavramların içi boşalıyor ve anlam kaymaları başgösteriyor.
Birbirimizin zalimi olmadığımız sürece tüm çeşitler yerli bir tınıyla içimizdeki evrenselliği seslendirebilir. Büyük ve çoğulcu bir medeniyet kurabilmiş Osmanlı devletinin adaletle hükmettiği binbir meşrep mevcuttu nitekim. Birbirlerine yabancı kalmışlardı ama hepsi bir bütün olarak sonuna dek yerlidir. Tıpkı Bizans'tan beri bu toprakların yerlisi olan Hıristiyan Rum ve Ermeniler gibi.
Buradan hareketle sözgelimi fetih ile işgal arasındaki hayati farklardan bahseden, şehidin şahitliğinin nasıl onu diri tuttuğundan veya kurbanın metafiziğinden söz açan birçok yazı yazmaya çalıştım bugüne dek. Yerli ve yabancı kavramlarına dair de keza öyle. Severek takip ettiğim Lacivert dergisinin çıkacak Ekim sayısında yerlilik ve yabancılık kavramları üzerine hazırlanan çok geniş kapsamlı bir dosya var. Oradaki yazımda da açmaya çalıştım bu toprakları mayalayan bu anlamları.
Yerli olanın evrensel niteliklerini yeniden keşfetme dönemindeyiz. Ve Batılı terminolojinin ürünü olan söylemlerle kendi sosyolojimizi anlamlandırma çabasının özellikle Gezi'den beri yetmediğinden hareketle, yeni dinamikler oluşturmaya çalışıyoruz. O halde neden milli ve yerli denilince bu kadar ti'ye alınıyor bu sözler? Acizane buna verebileceğim yegane cevap: Sevmemek.
Yakın arkadaşın dahi olsa, Erdoğan'ın çalıp çırpmadığını söylüyorsa, onu mitingde dinlediğinde onun samimi ve gerçek hikayesinde kendisininkini ve memleketinkini de görüyorsa... Ve onu sevdiğini söylüyorsa eğer: Teröristten çok daha fazla suç işlemiş oluyor.
Muhalif olmanın birincil koşulu eleştirmektir elbette. Burada ise reddetmek, inkar etmek ve küçümsemek üzerinden kuruluyor. Nefret cemaati genişledikçe kibir düzeyi de artıyor. Tahammül ise neredeyse kalmıyor. Müthiş bir toplu körleşmeye dönüyor algı düzeyi. Kendini bilmezliğe... Bu ise her şeyden önce kendine zulüm. Kendine olduğu kadar da bu vatanda yaşayanlara...
“İlla ki uğrunda ölmek mi lazım yani bu vatan denilen şeyin! Yaşatsak olmuyor mu” diye sorardım ben de onlar gibi. Uğrunda ölünecek bir ülküden bahsetmek, bir kutsaldan söz açmak döner dolaşır yine başta bahsettiğim faşizm algısına gelir. Ülkücülük, kutsiyetçilik, özcülük vesaire derken... Yine kendi mayamızdaki o kuşatıcı ruh böyle 'yabancı' anlamlara kaydırılarak açıklanmaya çalışılır.
Ahlaken ve vicdanen yerli yerinde olmayan her şey zulümdür. Ve zulüm insanın kendisine yabancılaşmasıdır esas olarak. Daha önce de yazdım: İçinden sevdiğin sürece dışından eleştirebilirsin. Ki yerli ve milli olanlar sevenlerdir; bu vatanı, bu milleti, yaşadığı toprakları ama'sız sevenler. Bir o kadar da dışından eleştirebilenlerdir onlar tabii.
Ama geldiğim kesimdeki muhalif aydınlar gibi eğer içinden bu bayrak, vatan, uğruna ölüm, şehitlik, fetih gibi kavramları yerli yerine koymaya bir anlam veremiyorsan: İçinden nefret etmek düşüyor payına. O zaman da dışından tek yaptığın iftira ve karalama oluyor.
Sonra da Erdoğan nefreti terörist eylemleri dahi mubah hale getiriyor. Ondan kendileri gibi nefret etmediğin için bir teröriste verdikleri kredi kadar dahi varolma hakkı verilmiyor sana. Nefret kuyusuna her attığı, kendi nefsinden bir zalim suret daha çıkarıyor işte insanın karşısına.