Sultanbeyli'de Fatih Polis Merkezi Amirliği'ne gece saatlerinde bombalı araçla düzenlenen saldırıyı incelemeye gittiği sırada çıkan silahlı çatışmada ağır yaralanan bomba imha ve inceleme şube müdürü Beyazıt Çeken, kaldırıldığı hastanede şehit oldu. Bugünlerde bu haberlerden saat başı bir veya birkaç tane duyuyoruz.
Herkesin yarım kalan vedasında ayrı bir hikaye...
Bu şehit kardeşimizin ise hikayesinde bir şiir öne çıktı: “Öyle zor ki dört mevsim yokluğuna dayanmak / Gelecekten umutsuz anılarla yaşamak. / Öl ölebilirsen, haydi bitsin yaşam denen saltanat / Akşam sensiz başlıyor sabah sensiz doğacak. / Ölmek!... / Nedir ki sensizliğin yanında / Zor olan şey anılarla yaşamak...”
Şehit polis, geride tıpkı diğerleri gibi gözü yaşlı bir aile bıraktı. Çocukları daha ufak. Bir de bu şiiri bıraktı işte. “Zor olan anılarla yaşamak...” Yıllar yılı hep anılarla yaşayan yetimler, dullar bırakıyoruz bu topraklarda. Türk, Kürt hiç fark etmiyor. “Akşam sensiz başlıyor, sabah sensiz doğacak...” Yaşadığına pişman, her gün ölmeye devam eden onlarca yüzlerce binlerce insan...
Kimileri canlı bomba olmaya karar verip kendileriyle birlikte masumları da öldürmeye karar veriyor. Kimileri ise devletini korumak için mecburi görevde, işinin başında katlediliyor. Eskiden olsa, anadilini konuşamadığı için işkence görenlerden, kucağında bebekleri ile durduk yere katledilenlerden, ağaca bağlanıp geceleyin infaz edilenlerden bahsederdik. Şimdi ise masum insanlara karşı örgütün haince saldırıları, bu mazlumiyeti büyük bir hızla unutturuyor çoğunluğa. Yeniden.
Bazen düşünüyorum da, hiç bitmeyecek bu şiddet. Burası Uzakdoğu değil, Kuzey Atlantik buz denizi hiç değil. Sizinle devlet düzeyinde pazarlık usulü anlaşma yapan ve buralarda hüküm sürmekte olan dev dış aktörler bir bakmışsınız aynı anda el altından sizin teröristlerinizi de besliyor, doyuruyor. Şiddet azalıyor, artıyor, hiç bitmiyor. Nesiller gelip geçiyor. Ömür geçiyor. Anılar yorgun. Umutsuz.
Anarşi yılları, darbeler, faili meçhuller, kanlı katliamlar, ortam olgunlaştırma operasyonları, ölü ele geçirmeler, çatışma sonucu yaşamını yitirmeler, terör, terör, terör... Bu sadece şimdi değil, daha önce de böyleydi. Tıpkı 2004 yılında AB'ye üyelik konusunda yeni Ak Parti hükümeti ilk kez diğer hükümetlerden çok daha kararlı davranıp da vesayetçi yapıyı zora sokmaya başladığı günlerde PKK terörü, yıllar sonra yeniden başladığı gibi.... Çözüm sürecindeki kararlılığı ile bizzat terörist başı olarak resmi tarihe geçen Öcalan ile anlaştığı bir önemde, tam da silahların bırakılacağı sözü verilmişken... Sözlerin tutulması uğrunda 6-8 Ekim şiddeti bile neredeyse sorgulanmamışken...
Bir kez daha geri döndü şiddet. Bütün alt yapısı ve ideolojisiyle: Sanki uyuyanları, telefonda konuşanları, arabasından inenleri vesaire savunmasızca öldürerek, ergenleri canlı bomba olarak patlattırarak, gasp edilen haklarını alıyorlarmış gibi. Dış basında Türklerle Kürtler savaşıyormuş gibi bir söylemin yerleştirilmesi de tıpkı hükümet IŞİD yanlısı söylemi gibi çarpıtma özgürlüğünü kullananlar tarafından yayılıyor giderek. Sivillerden katledilenler arasında en az Türkler kadar Kürtlerin de olduğunu ve orduda savaşanların arasında yine Türkler kadar Kürtler'in de olduğunu bu çarpıtma analizleri yazanlar bilmiyorlarmış gibi. Hatta yine: Terör uygulayanların, dağa çıkanların, silah tutanların toplam Kürt nüfusundan çok daha az olduğunu bilmiyorlarmış gibi...
En azından Silopi'de devlet saldırıyor tivitlerini atıp görüntü olarak 6-8 Ekim olaylarından bir görüntü koyarak halkı yanıltmaya çalışanların sonradan bir özür dahi dilemediği bir barış isteme gösterisiyle barışın gelmeyeceğini bir kez daha hatırlayalım ki: Bunca çarpıtma özgürlüğünün yaygınlaştığı bir ortamda asıl direniş gerçek olma niyetidir, demeye devam edelim. Bu konuda şahitliklerimizi, kayda geçirmeye çalıştığımız olayları yorumlayışımızı gören eski dost müzmin muhalifler tepki olarak kişisel hakarete ve karalamalara sığınıyorlar çok uzun bir süredir. Birbirinden cesaret alarak ulu orta, sosyal medyada paylaşmaktan dahi çekinmiyorlar karalamalarını. Hiçbir utanma, sıkılma, yanlış düşünüyor olabilir miyim acaba diye sorgulama olmadan.
Kendileri gibi düşünmeyen herkesi binlerce kişiye karşı çekiştirebiliyor, aşağılayabiliyorlar. Her birimizi nefret ettikleri Erdoğan imgesi üzerinden değerlendiriyor ve durmadan adalet duygumuzu zedeliyorlar. İnsan sormadan edemiyor. Sizin gibi düşünmeyen herkesi çıkarcı, hain, komplocu, maddiyatçı, dönek, biatçı, şucu bucu ilan etmeye devam ettiğiniz sürece barışı nasıl getireceksiniz? Sevgiden, birlikten, umuttan, barıştan, güvenden nasıl söz açacaksınız?
Yalancılıkla, aşağılamakla, çarpıtmakla, yalan haberleri yayıp yalan olduğu ortaya çıkınca özür dilememekle, yalanlar uydurup çoğaltmakla, gerçeği bile bile yalana devam etmekle, hakaretle, kibirle nasıl bir barış dili kuracaksınız? Barışı ancak biz getirebiliriz çığlıkları atarken, durmadan savaşın dilini kullanarak mı?
Şimdi koalisyon olsun mu olmasın mı tartışmaları arasında daha da artan şiddetin sorumluları sadece pimi çekenler mi? Ya haksız yere karalamalarda bulunanlar, kul hakkını umursamayanlar, patavatsızca olayları çarpıtanlar, kin kusanlar?
İfadenin, düşüncenin, duygunun, hayat tarzının, insan hakkının, çevrenin, dünyanın, kainatın özgürlüğü için... İşe çarpıtma özgürlüğünün sınırsız olmadığını anlamakla başlansa bir kez olsun. Yoksa geriye her seferinde “gelecekten umutsuz anılarla yaşamak” kalıyor sadece...