Amerika'ya ilk ayak basmam Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Washington seyahati vesilesiyle oldu. Fiili anlamda gazeteciliği bırakalı çok uzun yıllar olduğu için, daha önce bir 'uçak fotoğrafı'nda yer almış değildim. Herhangi bir 'mahalle'ye ait olmadığımdan, böyle bir şey aklımın uçundan dahi geçmezdi. Herkesin ya çok sevdiği ya çok nefret ettiği bir lideri yakından izlemek, etrafındaki çekim ve itim gücüne şahit olmak, sokaklarda onu bekleyenlerle oluşan celal ve cemalin bir arada nasıl da gerçeği dirilten bir niteliğe büründüğüne şahit olmak bir yazar olarak epey etkiledi beni.
Amerikan gündelik hayatındaki sıradan, yüzeysel, sıcak, hızlı kurulan bir tür komşuculuk ilişkisi vardı ki, İngiliz versiyonundan daha kıvrımlı, sürprizli geldi bana. Hele 80'lerden beri aşındırdığım Avrupa sokaklarında olduğundan daha kuşatıcı, daha hür bir ruh iklimi vardı. Hemen herkesin etnik olarak farklı olduğu bir yerde, herkes birbirine daha çok benzer hale geliyor. İçten içe bir samimiyet, göz teması, sözsüz dayanışma oluşuyor olmalıydı. Tabii Amerika'yı benim kadar geç keşfetmemiş olanlar için bu ilk izlenimler sıkıcı gelebilir. Fakat bu insani fıkır fıkırlığı Washington'daki siyasi kurum ve kişilerden tezahür eden Erdoğan nefretine bağlayacağım maalesef.
***
Amerikan siyaseti pragmatist bir özelliğe sahiptir, hükümette dahi tek bir görüşün hakimiyeti olmayabilir. İttifak ettiği ülkelerde de, çatıştırdığı ülkelerde de, bütün tarafları el altından desteklemeye gayret eder zira bu ülke. Gerek savaşlarda, gerek savaş öncesi ve sonralarında.
Buna rağmen burada palazlanan Erdoğan nefreti, adeta Türkiye'nin bazı konularda önünü almak için bel bağlanmış tek çare gibiydi! Erdoğan nefreti sayesinde Türkiye'ye olan dayatma veya pazarlıklar için güçlü bir söyleme sahip olmuşlardı. Lakin bu hor gören nefret öylesine sirayet etmiş ki, çeşitli güler yüzlü diplomatların, gazetecilerin ya da siyasilerin pragmatizmini de silmiş gibiydi.
Ezberlenmiş cümlelerle konuşuyor, olayların gerisine bakma ve anlama çabalarına girecek tahammülleri yokmuş gibi davranıyorlardı. Sanki çoktan zımni bir karar verilmişti: Erdoğan gidecekti! Bu sebeple kendi ülkelerinde olsa ülkenin güvenliğini tehdit edenlerin –isterse gazeteci olsun– yargılanmasını savunacak olanlar, olayın ne detaylarını öğrenmeye, ne bütün yönleriyle tetkik etmeye çalışıyorlardı.
***
Konuştuğumuz Amerikalı gazetecilerin pek çoğunun yüzüne de, Brookings enstitüsünde Erdoğan'ı dinlemeye gelen katılımcıların çoğunun yüzüne de kinayeli bir ifade sinmişti. Müstehzi bir tebessüm ve bir tür beğenmeme, hor görme hali. Ne kadar aşinaydık buna memleketimizden.
Benimle konuşmayan, aramayan, sormayan, Erdoğan'dan onlar gibi nefret etmediğim için, Hdp'yi eleştirdiğim için beni elinde olmadan küçümseyen, hakaretler savurmaktan vazgeçemeyen, insanlık meselesinden sınavı çakmışım gibi davranan ve pişkince gıybet eden, şahsi sataşmalardan kendini alamayan yakınlarımla bir araya gelmiş gibi oldum.
Sözlerin kifayetsiz kaldığı, insanların içinden konuştuğu ve epeyce de gürültü kopardığı an! Ah dedim içimden, “devlet ve millet yansın, yeter ki bizim menfaatimiz korunsun” derdindeki kimileri Amerikan siyasetine de bu nifak tohumunu atmayı başarmıştı işte. Hem de sığındıkları bu ülkenin topraklarında sanki onları anavatanlarında işgal etmeye gelmişiz gibi bir edayla!
Belki de hikayenin iç yüzünü asla bilemeden onlarla bir tür nefret dayanışması içindeydi Amerikan algısı. Taraftarlarına itibar getiren bir dayanışmaydı bu. Bizde olduğu gibi burada bu muhalefet etme tarzına sinmiş olan bu duygu onlarda bir kibir oluşturmuştu. O kibir yüzünden de adaletsiz davranma riskleri artıyordu. Amerikalıların yüzünde gördüğüm tevazu ile bu kibir epeyce tezat oluşturuyordu.
Nitekim Obama'nın da Erdoğan'la konuşurken değil, daha sonra moda tabirle “arkasından” söylemek zorunda kaldığı “demokrasi konusunda önerilerimize devam edeceğiz” sözündeki büyüklenme, olayları kavrama gayretinin değil, Erdoğan muhalefetine bel bağlayan bürokrasinin onu baskı altına alındığının göstergesiydi bence. (Önceki yazımda Amerika'da ifade özgürlüğü olarak değerlendirilmeyen basın davaları ilgili örnekler vermiştim.)
***
Peki neydi Amerikan siyasetinin pragmatizmini bu pek rastlanmayan nefret söylemiyle eritmekte olan? Pyd / Ypg gibi oluşumların hayatımızdaki 'canlı' tezahürleri ortadayken, onu kayıtsız şartsız siyasi bir partner olarak görmeye ısrarla devam eden Amerikan siyasetinin terör ve şiddetle ilişkisini sorgulamayıp da ne yapacaktık? Kamuoyunda algı oluşturmakla gerçeğe yaklaşma gayretinden daha fazla mesai harcanmasında vicdanen bir sorun yok muydu?
Eğer hem bizdeki hem ABD'deki Erdoğan karşıtı medya veya bürokrasi ülkenin güvenliği ile ilgili çok ciddi bir davayı bütün yönleriyle ele almıyorsa ama henüz sonuçlanmadan her vesileyle sahipleniyor, açıklamalarda bulunuyor ve basın özgürlüğü dışında bir başka cümle kurmuyorsa: Bunlar hukuka müdahale olarak görülmez miydi? Özgürlükler ve demokrasi konusunda tavsiyede bulunmaya devam edenlerin ülkesinde?
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.