Hayatı sürgünlerde geçen ve on altı küsur yılını Mondros Mütarekesi'nin imzalandığı Limni'de geçirdikten sonra orada vefat eden on yedinci yüzyılın büyük mutasavvıflarından Malatyalı Niyazi Mısri Hazretleri, gemiyle Gelibolu'ya ulaşır. Orada çok sevdiği dervişler ve halifelerinden Mudurnulu Şeyh Sükûnî Efendi Hazretleri oturuyordur.
Sukûnî, ilim tahsil etmek maksadıyla İstanbul'a gitmiş devrin âlimlerinden Bıçakçızâde'den ilim tahsil etmiştir. Gönlü tatmin olmayınca Niyâzî-i Mısrî'ye intisâb ederek seyr ü sülûk çıkaran hazret, müftü olarak gönderildiği Gelibolu'da aynı zamanda hilâfetle görevlendirilmiştir.
Hazreti Mısrî (ks) gemiden inip doğruca Şeyh Sükûnî'nin evine gelir. Kapısını çalar. Kapıyı Şeyh'in eşi açar. Mısrî ona: “Şeyh Sükûnî birâderim burada mıdır?” diye sorar. “Efendi bâğa teşrîf eylemişti” diye cevap verir. “Geldiği zamân benden selâm söyle. Yarın Tûbâ ağacı altında birbirimizi buluruz” der ve yoluna devam eder. Sonra gemiye gelip Limni'ye yönelir.
Şeyh Sükûnî vakit gelip evine geri döndüğünde eşine: “Yâ hatun! Bizim kapıda bir dost kokusu vardır. Acaba herhangi bir kimse geldi mi?” diye sorar. “Bir zât geldi ve buyurdu ki: “Yâ hatun! Şeyh Sükûnî birâderime selâmlar söyle. Yarın Tûbâ ağacı altında görüşürüz.” Şeyh bu kelâmı duyduğu anda âh u vâh eder. Sonra: “Bu kelâmın sâhibi Hazreti Mısrî'dir. Acaba bir daha görebilir miyim?” diye cevap verir. Bu görüşme ne yazık ki gerçekleşemez. (Bkz: M. Tatcı, Niyazi-i Mısri Halveti - Divan-ı İlahiyat / h yayınları, 2015)
Sözü bunca kan ter ve gözyaşı ikliminde yavaş yavaş açalım. İmdi Mısri gibi bir şairin baştan sona insan olma yolculuğunu anlatan, remizlerle dolu divanından bir şiiri okuyayım diye söze başlayıp, kendince onun kusurlu ifadelerini silerek, atlayarak o şiirini okuyanlar var bir yanda. Okumayı uygun bulmadığı ve sınırlayıp sansürleme gereği duyarak kendince onu korumaya aldığı dizeler ise şunlar mesela: “Kabe'de puthanede çağırıram dost dost...” Ve bir de şu: “Mescid ü meyhanede çağırıram dost dost...”
Sanki hakikatin tecelli etmediği, Hakk'ın kuşatamadığı (haşa) bir zerre boşluk olabilirmiş gibi bir yerlerde. Zıtlıkları bir'lemeden tevhid etmenin anlamsızlığı bir yana, Kabe'nin hakikatini kalbinde bulmak yerine onu bir mekan olarak putlaştıran bir anlayıştır bu. Tevhid hakikatini ayne'l ve hakke'l yakin yaşamayanın bunu ispat etmesi elbet mümkün olmadığından, burada susmak hayırlıdır.
Çünkü bu yaklaşım ikiliği getiriyor bize. Bir'lemeyi unutturuyor. Çağlar boyu Kur'an ve Peygamber'in diline tercümanlık edenleri dahi tefrika ile, kendi başlarına bir ekol geliştirmekle suçlayan, zındıklığa mahkum eden bir anlayışa dönüşüyor derken bu kolayca. Cehaletten kaynaklanan zulümden hiçbirimiz kaçamıyoruz.
Bir yanda da yine mesela Kur'an bize yeter diyerek, onun dilini tercüme etmekle görevli emanet taşıyıcılarını reddeden, Kur'an ile ikiz olmuş Hakk aşıklarının; Muhammedî'lerin duruşunu, davranışını, kelamını yok sayan, kültürü, geleneği, tatbikat yöntemlerini çizen, medeniyetin ruhunu yerle yeksan eden ve din adına masumları katledenler var.
Bir diğer yanda birçok başka şey daha var tabii. Mesela bunlardan bağımsız, neyin ne olduğunu anlamaya, anlatmaya çalışan ve bunun için de tarihi perspektife dayanan, kimi zaman da kavramların algılanmasına odaklanan, bazen de analiz ve sentezlerle anlamı yerli yerine oturmak için sosyolojiye, felsefeye vs ihtiyaç duyanlar var. İddiasız, halis niyetli.
Yukarıdaki vakıada olduğu gibi bir de bütün bunlardan başka bir mümin profili var. Manasında kendisine gösterilen mürşidini aramak için en uzak illerde koku ile iz süren ve ona kavuşanların yaşadığı gönül dini. İrfanı aşkı ile bütün olan... Evet bu da var, bugün, şu anda... Tıpkı başlangıcından kıyamete olduğu, olacağı gibi.
Dini söylemlerin kurumsallaşmamış, kavramlarla tanımlanmamış, mezheplerle akımlarla bölünmemiş, ümmi ve sözsüz bir hal ile yaşandığı... Ve bir yandan da hepsini birden Hakk ile kuşatma imkanına sahip... Sözsüz bir ayet misali... Koku alanlar var. Koku ile gönül dokuyanlar var. Gönlü dokunanlar var. Bütün uzuvlarını yedi uyurlar gibi mağarasından uyandırıp yeniden dirilterek iz sürenler var. Çoğunlukla söyleme dökülemeden, dudaktan dudağa gönülden gönle...
Hazreti Peygamber'in (sav); “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi...” hadisinde geçenlerden biri olarak güzel koku (diğer ikisi olan kadın ve namazdan bağımsız olarak da anlaşılmamalıdır şüphesiz) mutlaka düz ifadesinin çok ötesinde anlam katmanları içerir. Biz sadece bir giriş niyetine anmış olalım. “Bana Rahman'ın kokusu Yemen'den gelir” hadisinde ise Üveys'den gelen Hakk kokusundan bahis açtığı bilinir. Canana kavuşmak, iki ten bir canda yaşamak için bazen ille birbirini dünya gözüyle görmek gerekmez. Bunlar bahs-i diğer.
Tevhid hakikatinin patlayan bombada da, başına gelen musibette de, velhasıl celalde ve cemalde koklamakla kemaline ulaşıyor iman. Bu ise ne cemaatçilik, ne ideoloji, ne de kimliklerle ve kavramlara dayanarak kendini sınırlayabilir. Bugün kokusu gönle değmiş nice maşuk, nice hak dostu, o 'nebevi koku' ile aşıklarını irşad etmiştir ki toplu irşad gibi bir şey söz konusu olmadığı için, her buruna gelen kokunun da başka olduğunu bilmekte yarar var. Hakikat bir de olsa, sırrının binbir dilde tutulabildiği gibi tıpkı...