Asya bozkırlarında, Yesevi’nin nefesiyle...

04:007/06/2016, Salı
G: 13/09/2019, Cuma
Leyla İpekçi

Orta Asya bozkırlarını gökyüzünde, bulutların arasından seyrediyordum uçaktan. Göz alabildiğince akıyordu. Yanı sıra bitip tükenmez karlı Tanrı dağları ona eşlik ediyordu. Bir dağ deryasına dalıyorduk alçaldıkça. Deniz yerine dağ yüzüyordu, ovadan sonrası ummandı. Öncesi de.



İslam coğrafyasını toz toprak yığınına çevirmeye çalışanlar uğraşadursun, Yesevi'nin vefatının 850. yıldönümüne rastlayan 2016 yılı Unesco tarafından 'Hoca Ahmed Yesevî yılı' ilan edilmişti. Bizler de bu kapsamda gerçekleştirilen etkinliklerden biri için gazeteci, yazar, sanatçı, akademisyenlerden oluşan bir grup ile çıkmıştık yola. Tika ve Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Üniversitesi işbirliğiyle 'gönül kervanı projesi' çerçevesinde Kazakistan'ın Türkistan (Yesi) ile Almati şehirlerine gitmek üzere.



Yesevi'nin bin yıl önce geldiği ve yetiştirdiği binlerce halifeyi yolladığı Anadolu'dan başlamıştı yolculuğumuz. Buradan doğuya gitmek, bir tür dönüştü. Ve bana Sühreverdi'nin Batıya yolculuğun hikayesini çağrıştırıyordu. Yesevi'nin bu yolculuğu zahiren batıya giderek gerçekleştirdiği gibi, biz de onun izini sürerek, geldiği yere dönüyorduk. Bir iade-i ziyaret gibi. Sanki bir tür borç ödemeydi bu. Emaneti sahibine verme niyeti.



Sühreverdi; sembolik ifadelerle bize ruhun geldiği ve vatan dediğimiz metafizik aleme doğru devam ettiği yolculuğu anlatır. Batı; nesneler alemi, karanlık veya zulmet adını verdiği ve içinde bulunduğumuz fizik âlemdir. Doğu ise ruhun asıl vatanı olan ve fizik alemdeki varlıkların ebedi orijinallerinin bulunduğu ve nurlar alemi adını verdiği metafizik âlemi. Ruh doğudan batıya yolculuk eder.



Batıya yani beden hapsine girmeden, teni can kılmaya, canında cananı bulmaya yolculuk gerçekleşemiyorsa, bütün yollar bizi aşk kavşağına getiriyor demekti. Aşık ve maşuğun buluştuğu vücuda, ol adem-i manaya getiriyordu. Kök ile gövde; evet bağlılık içindi. Hakikat meyvesi içinde.



***


Uçağımız önce Çimkent'e indi. Karayoluyla Türkistan'a vardık. Daha önce gittiğim hiçbir coğrafyaya benzemiyordu. Hicaz çöllerini biraz andırıyordu ama farklılığı daha fazlaydı. Afrika'nın taşına, kumuna, ikliminin rengine benziyordu ama pek o kadar değil. Ortadoğu'nun tenha ve boz ovalarında ani bir yeşillenme olur bazen, çölden sonra su başlar akmaya, biraz orayı da andırıyordu ama ruh iklimi çok daha farklıydı. Hayır ne Balkanlara benziyordu ne Kafkaslara. Ne de Batı'ya...



Anadolu'nun muhteşem karmaşalarına, kıvrım ve büklümlerine, gizli ve aleni iniş çıkışlarına da pek benzemiyordu. Oysa mânâda hepsini bir kılan Anadolu'ya gelmişti o. Belki en az benzeyenine. Mayaladığı topraklarda gönüller açmıştı. Açıyordu.



Pir-i Türkistan'ın hikmetlerini Anadolu'da kanlı canlı yaşayan ve yaşatanlar eliyle Balkanlar'da da aşk çerağı uyandırılacaktı. Doğru İslam'ın yayılmasında aşkın sözcüleri değil bu tatbikat erleri rol oynayacaktır. Horasan erenleri, alperenler; aşka erenler!



Aşk ve irfanla yoğrula yoğrula Taptuk Emre ve Yunus Emre, Seyyid Mahmut Hayali, Hacı Bektaşi Veli eliyle bir kültür havzası oluştu. Yesevi'nin 'hikmetler'i bozkırın ortasına düşen ışık huzmeleri gibi aydınlatmaya devam etti doğudan batıya ve yine doğuya aşıkların gönlünü. Dolu dolu bir ana olup çıktı Anadolu.



“Bu kültür havzasının yeniden uyandırılması gerekir ve şu an bu yönde bir hareketlilik var” diyor kervanımızdan Mustafa Tatcı hocamız ve ekliyor: “Kazakistan ve Türkiye arasındaki ekonomik diplomatik kültürel faaliyetler, buradaki üniversite, enstitü, camilerimiz o kültür havzasını uyandırmaya yöneliktir. Bizim bu yeni dönemde de Yunuslarımız Yesevilerimiz var. Her dönemde vardır, kesilmez.”



***


Uzaktan Yesevi hazretlerinin türbesi göründüğünde bulutlar bozkıra inmiş, rüzgar şiddetini arttırmış, kumlar uçuşuyordu, derken tek tük yağmur damlaları düşmeye başladı. Sert bir coğrafyada, birbirinden uzak mesafeler arasında, içi ürperten bir ruh ikliminde, zorluk ve yetersizliklerle bırakılmış bir halkın içinde... Celalin içinden cemale yaklaşıyorduk.



Turkuvaz kubbenin kemalinde, bütün renkleri, şekilleri görmek mümkündü. Türbe bozkırın bütün isim ve sıfatlarını içererek, kendine katmış gibiydi. Güller açmıştı, kaynağından çekip bize salarak kokularını. Bütün uzaklar yakına gelmişti. Sonsuz ufuk hattında her şey görünür olmuştu uzaktan.



Şiddetli rüzgarın yardımıyla türbeye vardım, yakın ile uzak arasında bir mesafe kalmamış gibiydi. İşte orada, eşikteydim ve gönül fethinin bir menfaat değil, insanlık için bir niyet ve amel olduğunun idraki için buralara dek geldiğimizi fark ettim. Türbede aramıyorduk hakikati. O bir nefesti. Hiç kesilmeyen. Devreden. Ol hazretin manası ise gönüldeydi.



Kervanımızdan Tuğrul İnançer hocamız; “Allah'a aşık olunmaz, Resulullah'a aşık olunur” dediğinde Resulullah hakikatini kendinde temsil eden hakiki mürşidin hep canlı ve mevcut olduğunu; aşk ve irfan medeniyetinin gönülde kurulduğunu, gönlün buradaki sonsuz bozkır gibi genişlemeye devam ettiğini, bunun ancak sevmekle gerçekleştiğini düşünüyordum. Sevemeyen dönüşemiyordu. Halife olup hakikat tohumunu saçmaya gidemiyordu.



İnançer, “Kuranı Kerim'deki “Kim Resullulah'a itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur” formülünden hareketle söylersek “kim Resullulah'a aşık olursa Allaha aşık olmuş olur” dediğinde, insanlığın dirilişi Yesevi ve halifeleri gibi kendini her alanda vakfedebilmenin hikayesinde canlandı yine. Bir toprak parçası daha gönül oldu. Meşrebi mezhebi yoktu gönül sultanlarının. Onların sözü Resulullah nefesiyle her dem yankılanmaya devam edecekti. Evet, “her şey bir silsileydi” önceden sonraya. (İnşallah devam edeceğim.)


#Orta Asya
#Pir-i Türkistan
#İslam coğrafyası
#Tika