'Bir Masal Denizi: Haliç' isimli belgeseli çekerken öğrenmiştim Haliç'e 170 yıl boyunca yapılanları. 1990'lara gelindiğinde dayanılmaz bir hal alan o meşhur kokunun ve çevre kirliliğinin temelleri, II. Mahmut tarafından 1826 yılında açılan Feshane ile atılmış. Seneler içerisinde Haliç'in Sütlüce kıyılarında açılan mezbahalar ve Alibeyköy kıyılarında açılan tuğla harmanları Haliç'i yavaş yavaş kirletmeye başlamış. Yine de, Cumhuriyet'in ilk yıllarına kadar Haliç, İstanbul'un güzel yerlerinden biri, hatta en güzel mesire alanlarından biri olmaya devam etmiş.
1935 yılında şehir planlarını adam etsin, şehre çeki düzen versin diye ithal ettiğimiz Henri Prost abimizin İstanbul planındaki şu cümleye dikkat edelim: 'İstanbul'un sanayi alanları, tarihi yarım adayı çevreleyen surların bitiminden başlar.'
Eh, Haliç, yarım adayı çevreleyen surların bittiği yer. Hal böyle olunca, İstanbul'un bütün sanayisi sağlı sollu Haliç'in kıyılarına akmış. 'Atıklar ne olacak' sorunu da yok, 'mallar nasıl sevk edilecek' sorunu da… Bir de üzerine 1950'lerin sonunda başlayan göç dalgasının getirdiği gecekondulaşma eklenince Haliç olmuş sana koca bir lağım. Durum o hale gelmiş ki Eyüp'ten Sütlüce'ye kayıkla geçmenin imkânı kalmamış. Haliç'in çıkardığı koku Cihangir'den duyulur hale gelmiş. Tek bir deniz canlısının yaşayamadığı berbat bir pislik yuvası halini almış Haliç.
1990'ların başına gelindiğinde anlı şanlı bilim adamlarımız 'Haliç'i toprakla doldurup burayı bir şehir parkı haline getirelim' diye rapor vermişler.
Sonra? Sonrasını biliyorsunuzdur. 1994'te Recep Tayyip Erdoğan'ın yönettiği İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin başlattığı 'Haliç projesi' ile bu güzelim doğa harikası kurtuldu.
1826'dan 2000'li yıllara kadar Haliç, II. Mahmut'tan Atatürk'e, İnönü'den Menderes'e, Evren'den Süleyman Demirel'e değin bir dünya yönetici ve başta Prost olmak üzere bir dünya şehir plancısı gördü.
Peki, ben bu süreci niye anlattım? Biliyorsunuz, Pazar günü İstanbul'a kısa süreli fakat çok etkili bir yağmur yağdı. Bu yağmur esnasında şehirde çeşitli taşkınlar, seller de gerçekleşti. Hal böyle olunca, bazı sosyal medya karakterleri bu sellerin ve taşkınların sorumlusunu derhal buluverdi: İstanbul Büyükşehir Belediyesi.
Elbette, bir yağmur yağdığında oluşan selden İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ni sorumlu tutmak hakkımızdır. Sosyal medya karakterlerinin bunu yapmasını da doğrusu hiç garipsemem. Fakat mesela Ahmet Ümit çapında bir yazarın bu sosyal medya karakterlerinin yazdıklarını büyük bir zevkle paylaşmasını yine de yadırgıyorum.
Sebebi basit: İstanbul'un şehir tarihini benden on kat falan daha iyi bildiğini tahmin ettiğim Ahmet Ümit, şehrin su basan yerlerinin tamamının 200 yıldır kangrene dönüşmüş İstanbul şehir yapılanmasından kaynaklandığını bilir. İstanbul'un asıl açmazının vaktiyle ortaya konulan şehir akslarının yanlışlığı olduğunu bilir. 1940'lı yıllarda en küçük yağmurlarda ölümle sonuçlanan seller olduğunu en azından Refik Halit'in yazdıklarından bilir. Dahası, İstanbul büyüklüğünde ve genişliğinde bir metropolde yoğun yağışın bu ve benzeri hadiselere sebebiyet vereceğini bilir. Ne bileyim yahu? En azından mesela Üsküdar'daki sellerin asıl nedeninin Cumhuriyet'in ilk yıllarında, Kemalist elit tarafından yağmalanan Üsküdar dere yatakları olduğunu falan bilir.
Fakat burada durup şunu da itiraf etmeliyim: En küçük yağmurda sokakları kayıkla gezilecek hale gelen İzmir'e de ben aynı muameleyi yapıyorum. Yani yağmur İstanbul'a yağdığında suçlama ve dalga geçme sırası Ahmet Ümit'in, İzmir'e yağdığında benim oluyor.
İzmir'i CHP, İstanbul'u AK Parti yönetiyor diye yapıyoruz elbette bunu karşılıklı olarak. Üstelik ikimiz de bunun 150-200 yıllık yanlış politikalardan kaynaklandığını ve artık bunların çözümünün çok büyük kaynak ve planlama gerektirdiğini bal gibi biliyoruz. Biliyoruz fakat çekildiğimiz o siyasal mevzi, bütün bunları bilmezden gelerek yaşayıp gitmemizi zorunlu kılıyor artık.
Ahmet Ümit'ten ve kendimden bağımsız olarak söylüyorum bunu. Mesele sadece yağmur sonrası ölüme sebebiyet vermeyen seller kadar basit olsa 'eh, karşılıklı eğleniyoruz işte' der geçeriz. Artık asker öldürüldüğünde de, bir Türk ya da Kürt çocuğu katledildiğinde de, bir savcı vurulduğunda da, bir bomba patladığında da sorulan ilk soru şu oluyor: 'Bu kimin işine yarar ve kimi zor durumda bırakır? O halde şimdi alacağım pozisyonu kime karşı ve kimden yana almalıyım?'
Bu soruya göre alınan pozisyondan başta memleket olmak üzere hiçbir yere ve hiç kimseye gram fayda gelmez. Yanılıyor muyum Başkomserim?
Ne diyordu Simenon: 'Çok büyük bir selin yaklaştığını görüp sadece kendi evine çatı katı yaparak kurtulacağını zannedenler var yeğenim. O büyük sel geldiğinde memleketi Nuh'un gemisi görmeyenin vay halına.'