Kaç gündür bu dizeyi çoğaltmaya çalışıyorum: Yüzüme dünya değdi, üzgünüm.
Her insan, ne yaptığını ve yapmadığını iyi bilir. Nihayetinde, iki şeyden kaçamayız: Kendimizden ve ölümden.
Şu kadar yıllık yürüyüşün sonunda, geldiğimiz yer burasıdır:
Kısaca: İtimat ehli. Makâlât'ta geçer: 'Dünyada yaratılmış her nesneye güven vermek…” Aynı eserde şu da sorulur: “Bir kimse şeker tatmamış olsa, adını bilmekle tadını ne bilir?”
En tatsız olay bile, sonunda aziz bir hatıraya dönüşür. Üstünden yıllar geçer ve neşeyle anlatırız.
Şunu da anlamış bulunuyorum: Asıl mesele, bir davaya sahip olmak değil, bir davaya ait olmaktır. Hayır, kelime oyunu yapmıyorum. Biri evsahibi, diğeri misafir gibi davranır. Tam da burada şunu hatırlatalım: Kiraz deyince aklımıza öncelikle ağaç mı geliyor, meyve mi? Evsahibi gibi davrananlar için de şöyle diyelim: Hak iddia ediyorlar ve başkalarını çok kolay yargılıyorlar.
Asıl mesele, vefa yokuşunu hiç şikâyet etmeden çıkmaktır. Sırtımızda ne olursa olsun. Bize iyiliği dokunanlara vefa, millete vefa, memlekete vefa, mukaddesata vefa.
Elbette minnet ağır bir yüktür, herkes taşıyamaz. Taşıyanı severiz, taşıyamayanı anlayışla karşılarız.
Makâlât'tan naklettiğimiz sorunun devamını da buraya alalım:
***
Atalarımız, 'bin bilsen de bir bilene danış' demişler. Milyonlarca bir bilenin olduğu günlerden geçiyoruz.
Sıklıkla tekrarlanan bir söz: 'İlk taşı günahsız olan atsın.' Biraz değiştirelim: 'İlk sözü günahı olmayan söylesin.' Herhalde uzun bir sessizlik yaşanır.
Kalp demişken. Mehmet Akif'in tavrı, İsmet Özel'in kavgası, Sezai Karakoç'un mücadelesi, Cahit Zarifoğlu'nun samimiyeti, Necip Fazıl'ın ısrarı, Nuri Pakdil'in çabası, Nurettin Topçu'nun ahlâkı, Hasan Aycın'ın duruşu… Bütün bunların bize anlattığı / söylediği nedir? Hakikatli bir emekten, halis niyetten ve salih amelden doğan bereket olabilir mi? İşte bu bereketin neresindeyiz? Neresindeyim?
***
Yunus Emre, “Halkı bostan edinmiştir / Dilediğin üzer ölüm” der. Durumumuz tam olarak budur. Emperyalist güçler ve işbirlikçiler, İslâm dünyasını bostan gibi görmekte, diledikleri yeri bombalamakta, işgal etmekte ve istedikleri kimseyi öldürmektedirler. Direnenleri ise hemen terörist ilan ediyorlar. Yanı sıra, Türkiye'nin terörle imtihanı ortada.
Bunlar olurken bizler ne yapıyoruz?
Belki de yürüyen merdivenlerde durup düşünmeye çalışıyoruz. Böyle bir şey mümkün mü?
“Rusya'nın Suriye'de ne işi var” diye soruyoruz. Aynı soruyu Amerika için sorduk mu? Birincisini kabul edenin ikincisine itiraz etmeye hakkı var mıdır? Tek millet olan neydi, kimdi?
Evet, ne yapıyoruz? Birbirimizi üzmekle, yormakla, yıpratmakla, yıkmakla meşgul oluyoruz. Zaten düşmanın da yapmaya çalıştığı şey bu değil mi? Bir de yasal uyarı:
Kişisel ve kurumsal reklâm peşindeyiz. İnegöl ilçemizde İshak Paşa Camii'nin (1465) avlusundaki şadırvanın üzerinde şu yazıyor: “Hakkın lütfu, halkın yardımı, Abdullah'ın emeğiyle oldu bu şadırvan.” Abdullah, Allah'ın kulu demek. Hak ve halk yani. Benlik bunun neresinde? Son yıllarda ise küçüğünden en büyüğüne kadar dillerde hep aynı kelime:
Gidişatın bir parçası olarak, artık eserler değil, maketler üretiliyor. Mutlaka onlardan birkaç tanesini görmüşsünüzdür. Çeşme, saat kulesi, giriş kapısı vs. Bazı iddialarımız da işte bu maketlere benziyor. İçine girmiyoruz ki dolduralım.
Uzun sözün kısası: Halis niyet, salih amel ve hayırlı emek bahsini, samimi bir şekilde yeniden düşünmemiz gerekiyor. Hakiki fedakârlığın neye karşılık geldiğini de.