Bazı beldeler sizi çağırır. Davete icabet etmemek olmaz. Duymasını bilenler için mutlaka bir diyeceği vardır.
Gezmeye herkes gider, biz görmeye gidiyoruz. Bir büyüğü ziyaret edip halini ve hatrını sormak gibi.
Göynük, dağın alnına kurulmuş. Bu ifadeyi seviyorum:
Roma’dan Osmanlı’ya kadar Anadolu’nun omurgası olan yolun üstünde. Eski güzergâh. Arifiye, Geyve, Taraklı, Göynük, Nallıhan, Beypazarı diye devam ediyor. Bu yoldan kimler geçmiş, hangi ordular yürümüş?
Göynük, hiç kuşku yok ki, ülkemizin en güzel beldelerinden biri. Buraya kim bilir kaç kez geldik? Herhalde otuzu geçmiştir. Her seferinde, ilk kez gelmiş, görmüş gibi seviniyoruz.
Göynük’ün Osmanlılar tarafından fethi, Taraklı’dan hemen sonra oluyor. Bu iki ilçenin kaderi ve tarihi neredeyse aynı.
Kardeş gibi birbirlerini tamamlıyorlar.
İlçenin içinden Çubuk gölünden kaynağını alan Göynük Suyu geçiyor. Aynı su, büyüyerek Taraklı ve Geyve’ye uğradıktan sonra Sakarya nehrine karışıyor. (Bingöl’de Murat nehrinin kollarından biri de Göynük Suyu idi.)
Köyümüzden hatırlıyorum. Ormanın içinde, “Ahmet’in Göynüğü” denilen küçük bir tarla vardı. Muhtemelen, o tarlayı, ormanın seyrek olan yerini yakarak açmışlardı.
Büyük Türkçe Sözlük’te, göynük kelimesine, birinci olarak ‘yanık’ karşılığı veriliyor. Olgunlaşmış, bir başka anlamı.
Birleştirirsek; yanmış ve olgunlaşmış.
İşte bu olgunluğu ilçenin insanlarında, mimarisinde, sokaklarında, hatta çınar ağaçlarında bile rahatlıkla görebiliyoruz.
Bir zamanlar, Göynük’ün ahşap oymacılığı meşhurmuş. ‘Adı nereden geliyor’ sorusunun cevaplarından biri de bu olabilir: Ahşabın yakılarak işlenmesi.
Meşhur Kaşıkçı İbrahim Usta bu ilçede ikamet ediyor. Göynük’e gidince yanına uğruyorum. Dükkânın en kuytu yerinden, kimseye göstermediği ve satmaya kıyamadığı kaşıklarından, kepçelerinden çıkarıyor bana. Özenle yapılmış ve saklanmış. Her biri, hem sanat eseri, hem doğa harikası.
Göynük, yüz yirmi yedi adet mimari eser nedeniyle, Kentsel Sit Alanı ilan edilmiş. Gazi Süleyman Paşa camii ve Akşemsettin türbesi bu eserlerden yalnızca iki tanesi. Köprünün altında kalan tarihi çeşmeyi de unutmayalım. Oldukça etkileyici.
Seyahat etmek, insanın fânilik duygusunu pekiştiriyor.
‘Ben de buranın yabancısıyım’ sözü, galiba her şeyi özetliyor.
Göynük Suyu’nun kaynağına, yani Çubuk Gölü’ne gitmek için ilçe merkezinden ayrılıyoruz.
Göl, bir serinlik olarak bizi karşılıyor. Sonrasında, bölgeye hâkim bir tepeye çıkıp kamp kuruyoruz. Çam ormanının içindeyiz. Ayaklarımızı biraz uzatsak, göle değecek. Genç bir ahlat ağacını arkadaş ediniyorum.
Aşağıya bakarken, işte bunları düşünüyorum:
Bu dağlardan kim bilir kimler göle bakmış, manzara karşısında hayretini gizleyememiş, buraya ev yapmaya özenmiştir. Fakat civarda hiç ev yok.
Selçuklu hükümdarı Alaaddin Keykubat, Anamas dağının eteklerindeki Malanda yaylasına gelir. Hem yaylaya, hem Beyşehir gölünün manzarasına hayran olur. Bunu söyler:
“Cennet ya burası ya da buranın altı.”
Aynı sözü, bulunduğumuz mevki için tekrar ediyorum. Şunu da: ‘Canımı yakıyor dünyanın güzelliği / Yetmiyor ömür, o büyük şiire. / Rabbim, ne olursun / Sözümü kesme.’
Yirmi yıla yakın bir zamandır Göynük’e misafir oluyoruz. Burada sayısız inceliğe ve güzelliğe şahitlik ettik.
Bazı şeyler ruhunuzun bir parçası olur. Özlenir. Dünya gözüyle görmek, dokunmak, selam vermek istersiniz. Biraz ayrı kalınca, onu merak edersiniz.
Yirmi yılda neler değişti? Tenhalık, yerini kalabalığa bıraktı. Yerli turistlerden oluşan kafileler, yollar dolusu otobüsler, hatalı ve hızlı restorasyon sonucu özünü yitiren konaklar, dışardan gelip yerleşenler ve misafiri müşteriye dönüştüren pansiyon kültürü… Belde, bütün bu olumsuzluklara rağmen derinliğini hâlâ koruyor.
İlâhî lütuf, manevî hatır.
Sadece ekmeğin olduğu kutu kadar dükkânlar var mesela. Başka bir şey satmıyorlar. Bu hiç değişmedi. Önlerinden geçerken hep aynı nasihati hatırlıyorum:
“Hiçbir şeyi tek başına yeme.”
Evet, bereket. Göynük’te evvela bu var.