Kur'an-ı Kerim'i, Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetini, sahabe, tabiun ve mezheb imamlarının açıklama ve uygulamalarını esas alarak tedvin edilmiş olan tefsir ve içtihad usûlü (dini anlama, yorumlama, hayata uygulama yöntemi) vahye dayanan kaynakları bakımından dinin onayladığı (Allah'ın ve Elçisi'nin razı olduğu) bir usuldür. Doğru İslam anlayışının bu usul ile yapılması zorunludur ve bu usulün dışına çıkıldığında sahih İslam'dan sapma kaçınılamaz hale gelir.
Benim evvel ahir dediğim ve diyeceğim budur.
Eskiden yeniye bu usulden sapan, başka dinlere, düşüncelere, kültürlere ait değerleri ve yorum yöntemlerini İslam'a uygulamaya kalkışanlar olmuş, ama hem ortaya koydukları İslam anlayışı sahih olmamış hem de tutunmamış, ümmetin kabulüne mazhar olmamıştır.
Yaşadığımız çağda da bu manada yenilikçiler, yukarıda özetlediğim usulü beğenmiyorlar, yeterli görmüyorlar, eskimiş buluyorlar, hem ümmeti içine düştüğü kötü durumdan kurtarmak hem de İslam'ı bütün dünyaya kabul edilebilir bir din olarak sunabilmek için yeni bir tefsir ve içtihad usulüne ihtiyaç bulunduğunu dile getiriyorlar, bazıları bununla da yetinmeyerek yeni usul adına bazı denemeleri ortaya koymuş bulunuyorlar.
Bunlar hakkında benim genel değerlendirmem şudur: İnsanların yanlışlarını, sapmalarını, Allah rızasına ve yaratılış amacına ters düşen davranışlarını düzeltmek için gelen dinin, bütün inananlar kabul edebilsin diye (böylesine olmayacak bir hayal peşinde koşarak) değişmezlerini değiştiriyor, onunla insanları değil, insanların arzularına göre onu (dini) ıslaha yelteniyorlar.
Son günlerde okuduğum bir kitabında ve röportajında bu yeni müçtehidlerden (entelektüel derinlik sahibi dedikleri kişilerden) birinin büyük laflar ettikten sonra “eşcinselliğin İslam'daki yeri” konusundaki bir içtihadına ve içtihadına dayanak kıldığı bir tarihi belgedeki saptırmaya muttali oldum. Asıl maksadım bu saptırmayı düzeltmektir, ama daha önce bu ve devamı olan yazımda yapacağım bir mukaddime de gereksiz sayılmamalıdır.
Yabancıyı, ötekini hoşnut edebilmek, herkesi kucaklayabilmek için başvurulan reformlardan biri uzak, biri yakın tarihe ait iki örnekle başlayayım:
Gençliğinde sofuca bir Müslüman olduğu ifade edilen Babür hükümdarı Celâleddin Muhammed Ekber Şah (1542 - 1605), bozuk itikadi çevresi ve vezirlerinin iğvası ile yeni bir din icad etmeye kalkışıyor ve topladığı farklı dinlere ve düşüncelere mensup din ve ilim adamlarına şunu söylüyor:
“Bir baş tarafından yönetilen bir devlette yaşayanların birbirinden ayrı ve birbirine karşı inançlar beslemesi ve başka başka kanunlarla yönetilmesi doğru değildir. Dolayısıyla bütün bunları birleştirmeliyiz; şöyle ki: hem hepsi bir olsunlar, hem de o birin içinde hepsi bulunsun. Böylelikle herhangi bir din içindeki iyi şeyleri kaybetmemek ve öbürlerindeki daha iyi şeyleri de kazanmak gibi bir kazanç sağlamış oluruz. Bunu yapmakla Allah'a tapma işi, halkın rahatlığı ve devletin güvenliği sağlanmış olur”.
Bu düşünceden yola çıkan Ekber Şah 1582'de, bütün eyalet valilerinin önünde Dîn-i İlâhî'yi kurduğunu resmen ilân etti. Artık İslâmiyet, Hıristiyanlık, Zerdüştîlik, Hinduizm, Sihlik, Caynizm ve Budizm'in inanç, ibâdet ve muâmelâtı bu dinin çatısı altında birleştirilmişti. Böylece sahih İslam'ı benimsemeyen teb'a parçaları onun hayaline göre bu karma dini benimseyecekler, ihtilaflar, kavgalar, tefrikalar ortadan kalkacak, birlik hasıl olacaktı..
Daha sonra Cihangir adı ile tahta çıkacak olan Ekber Şah'ın oğlu Selim, bütün bu olumsuzlukların müsebbibi olarak gördüğü Ebu'l-Fadl'ı 1602 yılında öldürttü. Yalnız üst düzey devlet yöneticileri arasında revaç bulan bu yeni din taban bulamadı, bir yandan halkın tepkisi, diğer yandan İmam-ı Rabbânî'nin büyük mücadelesi ve irşadı sayesinde Ekber Şah sonrası Babür şahları, dedelerinin Müslümanlar nezdinde sebep olduğu tahribatı gidermeye uğraştılar.
Yazıma sebep olan zatın bir iddiası da “İslam'ın Mekke'de tamamlandığı, Mekke'de gelen ayetlerin evrensel olduğu, Medine'de gelenlerin ise bu çağa hitap etmediği” şeklindedir.
Bu iddia da bir başka hatırayı çağrıştırdı:
Halk Partisinin 1946 kurultayında değişen 13. Madde'nin aslı şöyleydi:
“Diyanet yoluyla dilimize giren bütün yabancı kelimeler milli menfaat bakımından ihraç edilmesi lazım.” Diyanet İşleri Reisliği bütçesi görüşülürken Afyon milletvekili Dr. Ahmet Selgil Kur'an'ın Türkçeleştirilmesini istiyor. Medrese çıkışlı alim Başbakan Şemsettin Günaltay'ın buna karşı teklifi şudur: Kur'an'ı Mekke ve Medine ayetleri diye ikiye bölelim. Mekke ayetlerini alalım çünkü duadır. Medine ayetlerini atalım çünkü ahkamdır ve biz Müslüman ahkamını tatbik etmekten hariciz”.
Bu iki tarihi örneği zikretmemin sebebi modernistlerin bazı buluş ve tekliflerinin aynı olmasa da benzerlerinin daha önceleri de ileri sürülüp denendiği, ama sahih usulden ve dolayısıyla sahih dinden sapıldığı için isabetli olmadığı ve kabul edilmediğini hatırlatmaktır.