Demokrasilerdeki bireyin hak ve özgürlüğü ile İslam'daki ahlaki denetim vazifesi yanyana geldiğinde bir çatışmadan söz etmemek mümkün değildir. Demokrasilerde laiklik, bir anayasa maddesi olarak düzenlenmiş olsun olmasın, bireyin hak ve özgürlükleri içinde “söz ve din hürriyet” de vardır ve bu iki hürriyetin sınırı, hem tarihi uygulama hem de teorik tanımlama bakımından İslamî yönetim ve toplumda olandan daha geniştir. Gerçi demokrasilerde de bir “umumi âdâb ve ahlak” kavramı vardır ve bu sebeple de bireyin özgürlükleri kısıtlanır, fakat bu “umumi âdâb ve ahlak” kavramı oldukça müphemdir, anlamı ve sınırları tartışmalıdır, görecelidir ve her hal ve kârda kaynağı din değildir; yani dînî naslar değildir, toplumdur. Toplum dün bir davranışı ahlaka ve âdâba aykırı bulurken bugün değişir, aykırı bulmaz ve bu yüzden (değişen ahlak anlayışına bağlı olarak) bireyin özgürlüğü kısıtlanamaz hale gelir. Benim çocukluğumda ve gençliğimde küçükler büyüklerin yanında içkiyi bırak, sigara bile içmezlerdi; şimdi ise içki, birçok ailenin sofrasında, düğün, eğlence ve piknik yerlerinde... ailece içiliyor. Benim gençliğimde birbirini sevenler ama henüz evli olmayanlar, uzaktan bakışıp gülümsemek için bile etraflarını kollamak durumunda idiler, şimdi ise sokakta sarmaş dolaş, yanak yanağa birlikte oluyorlar...
Peki bir Müslümana göre demokrasi ile ahlaki denetim vazifesi nasıl yanyana yürüyecek?
Demokrasi ile İslam arasındaki çatışma yalnızca Müslümanların ahlaki denetim vazifelerinde değil, daha başka alanlarda da vardır. Bunların başında da meşruluğun kaynağı (delili, referansı) olarak vahyin esas alınıp alınmaması gelir. Bu bakımdan vahyi esas almayan, vahye (Kur'an'a ve onun açıklanması, açılması mahiyetinde olan Sünnet'e) itibar etmeyen, daha da ilerisi vahyi karşısına alan bir sistemle İslam'ın uzlaşması, anlaşması, birleşmesi, aynı kaba konması mümkün değildir. Bu sebeple bazı yazarlar İslam ile demokrasi kavramlarının yanyana getirilmesi halinde bilinen “laik, seküler” demokrasi yerine farklı ve özel bir demokrasiden söz etmişlerdir. Merhum Mevdûdî “ilâhî demokrasi, teo-demokrasi” terimini kullanıyor, daha doğrusu bunun kullanılabileceğini söylüyordu. S.P.Huntington da İstanbul'da verdiği konferansta şöyle diyor: “Demokrasi ve ekonomik kalkınma Müslüman toplumlar arasında nadir görülmektedir. Türkiye başararak Müslüman toplumlara onların da başarabileceğini göstermelidir. İnanıyorum ki Türkiye bu yüksek gayeye sahip çıkacaktır ve eğer İslâmî bir anlayışla demokrasiyi birleştiren bir model olabilirse bundan hem Türkiye hem de dünya faydalanacaktır... Doğu Asya ülkelerinin de demokrasiye doğru hareket ettiklerini görüyoruz. Bu onların Batılı liberal bir demokrasiyi kabul edecekleri anlamına gelmez. Onlar kendilerine has bir demokrasi şekline varacaklardır. Fakat daha önce de işaret ettiğim gibi ülkeler ekonomik olarak kalkındıkça demokrasiye doğru hareket etmek zorundadırlar; çünkü kendi toplumlarında gücün kullanımı problemini çözmek için istişare mekanizmaları oluşturmaları gerekir.” (Medeniyetler Çatışması, Ankara, Aralık, 2001, s.172, 179).
Bu noktada en önemli çağdaş soru “İslâmî demokraside, farklı inanç ve hayat tarzına sahip bulunan bireyin hak ve özgürlükleri ne olacaktır?” sorusudur. Bu sorunun cevabı bir kitaba konu olabilir. Bir köşe yazısında kısaca şunu söylemek mümkündür: Bireyin hak ve özgürlükleri bakımından dünyada tek tip bir demokrasi uygulaması mevcut değildir. Çeşitli kriterlere ve esaslara göre kısıtlamalar öz konusudur. İslâmî yönetim (demokrasi) ancak toplumun çoğunluğunu şuurlu, duyarlı ve dinini hayatında uygulayan bireylerin teşkil ettiği bir zeminde gerçekleşebilir ve böyle bir toplumun ”umumi ahlak ve kamu düzeni” de liberal demokratik toplumlarda olandan farklı olur; işte bu kriterlere göre uygulanacak bazı kısıtlamalar sistemi demokrasinin dışına çıkarmaz.
Müslümanlara mahsus bir demokrasi ve toplum modeli ortaya çıkarsa burada ahlaki denetim ile bireyin hak ve özgürlüğü arasındaki gerilim veya çatışma, toplumun genel kabulü, konsensüsü ile kendiliğinden çözülebilir.
Türkiye'deki demokrasi anlayış ve uygulamasında ise Müslümanların, gönülden karşı çıkma, protesto etme dışında ahlaki denetim vazifelerini yerine getirmeleri mümkün değildir. Zaten Hz. Peygamber de çeşitli imkan ve durumları göz önüne alarak bu vazifeyi tanımlarken “Gücü yetmezse diliyle, ona da gücü yetmezse kalbiyle yapar; bu da imanın en zayıf olanıdır” buyurmuşlardır.
Hadiste geçen imanı, Müslüman ferdin imanı olarak da, toplumun imanı olarak da anlamak mümkündür; ikinci anlayışın içinde, “toplumda İslam imanı belirleyici olacak kadar güçlü değilse fert ahlaki denetim vazifesini eliyle ve diliyle yerine getiremez, ancak düşünce ve duygu olarak getirebilir” manası da vardır.
Genel kural olarak dinî vazifelerle yükümlü olmanın şartı imkan ve güçtür; bunların bulunmadığı yerde yükümlülük de yoktur. Buna göre ahlaki denetim vazifesinin, güçsüzlük ve buna bağlı olarak imkansızlık yüzünden yapılamadığı yer ve zamanlarda “bilgi, hüküm, şuur ve inanç olarak” vazife değişmez, olduğu gibi kalır ve durur, “Bugün İslam değişmiştir, şu değil, budur” denemez; çünkü beşerin böyle bir yetkisi yoktur, ama icrası imkana bırakılır. Bu durumda da Müslümanlar laikleşmiş filan olmazlar, İslam'ın ne kadarına imkan buluyorlarsa o kadarını fiilen, diğer kısmını ise “bilgi, iman, şuur, duygu...” olarak yaşarlar.