İslamcı alimlerin yöneldikleri hizmet (geniş manada cihad) hareketi ahvâl ve şartlara göre değişir. İslam din ve kültürüne yönelik bir tehlike varsa onu defetmek için düşünür ve çalışırlar, işler yolunda gidiyorsa teorik meseleleri tartışmaya ve bu konularda derinleşmeye fırsat bulurlar. Bu sebeple “neden şu zamanda şunu da ele almadılar” diye bir kusur aramaya kalkışmak, anakronizme düşmek uygun olmaz.
Biraz da benim gibi düşünenlere tariz olmak üzere şu sorular sorulmuştu:
Tarihteki zengin ve parlak İslam düşüncesinin en verimli tartışma konularından biri olan “irade hürriyeti” üzerine bir tartışmayı bugün görüyor muyuz?!
Rönesans'a kapı açan İbn Rüşd'lerden vazgeçtim, yaşadıkları çağa göre Cevdet Paşa, Mansurizade, Filibeli Ahmet Hilmi gibi zirveler bugün var mı?
Namık Kemal'in dahil olduğu Yeni Osmanlılar ve Said Nursi'nin dahil olduğu İkinci Meşrutiyet İslamcıları, insanların dinleri ne olursa olsun kanun önünde “eşit” olmasını ve devlet görevlerine girmelerini savunmuşlardı. “İstibdat” dedikleri otoriterliğe itiraz etmişler, “hürriyet” fikrini savunmuşlardı.
“Fıkıh Çözüm mü Üretir, Sorun mu?”
Belki iki yazıda bu sorulara cevap teşkil edecek bir şeyler yazacağım.
Bugün irade hürriyeti konusunda yapılan makale, tez, sempozyum kabilinden oldukça kaliteli çalışmaların listesi bir kitaba konu olacak kadar zengindir. Biraza tarama yapanlar bunu göreceklerdir.
İstabdada karşı olan, meşrutiyeti, hürriyet ve eşitliği savunan meşrutiyet öncesi ve devri mütefekkirlerinin savundukları rejim, “laik-demokratik-liberal” rejim değil, islâmî demokrasidir. Ayrıca onların yaptıkları fıkıhtır, fıkhı bir tarafa atarak islâmî çözüm üretilemez.
İşte size onlardan bazı nakiller:
Filibeli Ahmed Hilmi:
Peygamberimiz (s.a.) hayatta iken uygulanan hükümet şeklinin tam benzeri şimdi mevcut değildir. Bunun da sebebi, kendisine itaat edilen zatın (siyasi otoritenin) kendisinden başkasında bulunmayan özelliği ve niteliğidir (peygamberlik ve zatına mahsus kemâlât). Benî-İsrâil peygamberlerinde de görülen bu hükümet şekline genel tarihte “peygamberce veya babaca hükümet” denir.
İlk İslam devlet ve hükümetinin başındaki zatın peygamber oluşu bir yana bırakılırsa geri kalan esasları muntazam kanunlara, detayları da danışmaya (meşveret, şûrâ) tabi bir “meşruti sistem” olduğu görülür. Evet bu yönetim meşrûtîdir; çünkü Peygamberimiz (s.a.) de büyüklenme, kendini beğenmişlik ve istibdad gibi kötü sıfatlar yoktur. Temel insan hakları âyetler ile güvence altına alınmıştı, ictihad ve kıyas ile belirlenecek detaylar ise danışmalar ile karara bağlanırdı. Danışma meclisinin üyeleri, Peygamberimiz'in ictihada dayalı görüşlerine karşı bile çekinmeden görüşlerini söyler ve savunurlardı. İslam dini
bütün Müslümanların kardeşliğini
ilan etmişti.
Peygamberimiz'e göre bir köle ile bir zenginin, en önemli ilk Müslümanların hukuk bakımından bir farkı yoktu. Bu eşitlik vazife ve hukuk bakımından olup, şahsi erdem ve hizmetin getirdiği fazilette elbette insanlar arasında fark olacaktı. Adalet herkese eşit uygulanırdı. Haklar ve ödevler bakımından sınıf ve sınıf farkı mevcut değildi. Her Müslüman hür idi, ama bu
hürriyet Kur'an emirlerini hafife alma ve başkalarının haklarına tecavüz etme sınırında
dururdu.
Peygamberimiz açık ve kesin Kur'an emirleri dışında daima istişare ederdi. Bütün ashab ile istişare mümkün olmadığı için O'nun yanında ve yakınında daima bir “danışma heyeti” bulunurdu. Bu düzen, Emevîlerin saptırmalarına kadar böyle devam etti (Tarih-i İslam, s. 307 vd.)
(Gelecek yazıda Namık Kemal).