Kaybedilen bir osmanlı mirası: aşı bilimi

04:0026/12/2014, Cuma
G: 12/09/2019, Perşembe
Hatice Karahan

1715 yılında İngiliz aristokrat Lady Mary Wortley Montague, geçirdiği çiçek hastalığı nedeniyle güzel yüzünde derin hasarlar yaşamakla kalmaz, bir müddet sonra aynı hastalıktan kardeşini kaybeder. Birkaç yıl içinde ise eşinin Osmanlı İmparatorluğu’na sefir olarak atanması ile Lady, hayatını karartan derdin devasını karşısında bulur.Arkadaşına hitaben “öyle bir şey söyleyeceğim ki, İstanbul’da bulunmak isteyeceksiniz” diyerek başladığı mektubunda Montague, Osmanlı’nın, çiçek hastalığını variyolasyon

1715 yılında İngiliz aristokrat Lady Mary Wortley Montague, geçirdiği çiçek hastalığı nedeniyle güzel yüzünde derin hasarlar yaşamakla kalmaz, bir müddet sonra aynı hastalıktan kardeşini kaybeder. Birkaç yıl içinde ise eşinin Osmanlı İmparatorluğu’na sefir olarak atanması ile Lady, hayatını karartan derdin devasını karşısında bulur.

Arkadaşına hitaben “öyle bir şey söyleyeceğim ki, İstanbul’da bulunmak isteyeceksiniz” diyerek başladığı mektubunda Montague, Osmanlı’nın, çiçek hastalığını variyolasyon metoduyla önlediğini haber verir. Bu paha biçilmez bir haberdir, zira o dönemlerde Avrupa her yıl yüzbinlerce insanını bu hastalığa kurban vermektedir.

İşe, elçilik cerrahına küçük oğlunu aşılatmakla başlayan Lady, birkaç yıl sonra Londra’ya döndüğünde ise yine aynı doktora denemeler yaptırır ve başarılı sonuçlar veren Osmanlı yöntemi kabul görerek yayılır. Kısacası Lady Montague, acısıyla aklını ve vatanseverliğini birleştirerek, Osmanlı devasını Batı’ya taşıyan isim olur.

ÇİN’E AŞI GÖNDERDİK

Osmanlı’nın aşı serüveni, çiçekle sınırlı değil. 19. yüzyılın amansız dertlerinden kuduza karşı, 1885’te Pasteur tarafından bulunan devayı haber alan 2. Abdülhamit, bir ekibi hemen Paris’e göndererek kuduz aşısı eğitimi alınmasını sağlarken, Pasteur’e de yüklü bir ödül gönderir. 1887’de vatana dönen ekip, Kuduz Tedavi Enstitüsü’nü kurar. Bir nevi zamanın teknoloji transferi!

1893’te ise bir başka mikrobiyoloji enstitüsü hayata geçirilir ve peşi sıra yıllarda, tifo ve dizanteri gibi çeşitli aşılar geliştirilir. Dolayısıyla Osmanlı, son dönemlerinde ve hatta savaş yıllarında dahi, aşı çalışmalarını aralıksız sürdürür.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında da miras korunur ve aşıya verilen önem devam eder. 1928’de kurulan Hıfzıssıhha Enstitüsü, ülkenin aşı ihtiyaçlarını karşılamakla kalmaz, kolera salgını geçiren Çin’e dahi aşı gönderir. Merkez, 1940’lara doğru, kızıldan vereme sayıları neredeyse 20’ye varan çok çeşitli aşı üretir hale gelmiştir. Hatta dünyadaki ilk tifüs aşısı burada geliştirilir. Ancak gelin görün ki; 90’ların sonlarına doğru, Hıfzıssıhha’nın ve dolayısıyla Türkiye’nin aşı üretim faaliyetleri durdurulur.

BIÇAK GİBİ KESİLDİ

Hayretler içinde kalarak bunun sebebi ne diye araştırınca ise, teknolojinin güncellenememesinden, Bayram tatiline giderken buzdolabının fişinin hatayla çekilerek aşıların bozulmasına kadar uzanan rivayetlere rastlıyorsunuz. Bir milletin asırlarını verdiği bir bilimin kapısına, kaşla göz arasında nasıl kilit vurulur; akıl almıyor.

Fakat vurulmuş... Sonrasında ise Hıfzıssıhha, üretimden ziyade test ve kontrol amaçlı bir yapıya dönüşmüş. Böylelikle ülkemizde de, aşı teknolojisinin gelişimi bıçak gibi kesilmiş.

Anlayacağınız, 90’ların sonuna doğru insan aşısı üretimimizin önüne ani bir set çekilmiş ve miras alıp büyüttüğümüz aşı sektörümüze inanılmaz bir darbe vurulmuş. Tam da memleketin kaosa sürüklendiği zamanlar... 90’lara “kayıp yıllar” diye boş yere denmiyor.

DIŞA BAĞIMLILIK NEREYE KADAR?

O gün sahip çıkılsaydı, bugün Hıfzıssıhha alanında öncü bir merkez olabilirdi. 2. Abdülhamit’in yüklü bir meblağ gönderdiği Pasteur’ün öğrencisinin, tam da 1887’de kurduğu Merieux Biological Institute, bugün Sanofi Pasteur adıyla bildiğimiz, dünyanın aşı teknolojisi liderlerinden... Başka söze ne hacet?

Hadi öncü olma iddiasını geçelim; 90’larda belirsiz ve aslında belirli sebeplerle önümüz kesilmeseydi, bugün kendi ihtiyacımızı karşılayarak, aşıda dışa bağımlı olmaktan büyük ölçüde uzak olabilirdik.

Aşı ithalatına aktardığımız meblağlar bir yana, böylesine kritik bir alanda kabiliyetimizi kaybetmiş ve ilerletememiş durumdayız. Bir savaş halinde, dışarıya bağlı olduğumuz aşıda halimiz ne olur? Özellikle biyoterörizmin ayyuka çıktığı günümüzde, ulusal aşı üretimi kaçınılmaz bir milli mesele...

AŞI YENİDEN GÜNDEMDE

Mesele düşündürücü olmakla birlikte, son yıllarda “milli aşı” çalışmaları için devletimizin bazı hamlelere imza attığını da görüyoruz. Bu da işin sevindirici kısmı ancak burada da bazı sıkıntıları aşmamız gerekecek gibi gözüküyor.

Sadece Türkiye değil, aşıya neredeyse sıfırdan başlayacak tüm ülkeler için bu durum geçerli. Son 20 yılda, Hindistan, Brezilya ve Küba gibi gelişmekte olan bazı ülkeler, ciddi ataklarla bu problemlerin bir kısmını aştılar ve aşıda başarılı oldular. Bu örneklere dayanarak biz de umutlu olabiliriz ancak işin başında “entegre bir aşı geliştirme politikası” kurgulamak şartıyla... Zira aşı işi, çok uzun ve bol aşamalı bir süreç... Sinerji ve plan oluşturmadan ilerlemek imkânsız...

Bu konuda yazacak çok şey var ancak özetlemek durumundayım. Öncelikli olarak, aşı Ar-Ge haritamızı, ihtiyaçlar, altyapı ve insan kaynağı anlamında çizmemiz ve buradaki birlikteliği sağlamamız önem taşıyor. İnsan kaynağı, aşırı kritik bir faktör... Nitekim aşı çalışmaları, örmesi zor bir disiplinler ağına gereksinim duyuyor. Bu anlamda, merkezi çalışmalar hayata geçirmeli, genç araştırmacıları alana çekici, yurtdışındakileri ülkeye döndürücü mekanizmaları güçlendirmeliyiz.

Haritayı doğru çizip canlandırmak ilk adım. Sonrasında ise, aşı için kritik olan regülasyonlar var. Hatta sonrasında değil, ilk aşamalardan itibaren düzgün kurgulanması gereken bu düzenlemeler, zorlu da olsa kaçınılmaz ihtiyaç.

YETİŞMEK VAKİT ALACAK

Oyuna gerilerden başlıyoruz. Yetişmek vakit alacak. Zira aşıda sıfırdan yola çıkıp bir yerlere yetişmeye çalışırken ki, bu 5 yıl da sürebiliyor, 10 yıl da; başkaları hep daha ileriye gidiyor. İşin kötüsü, bu uzun yolda yanlış yere varma riski de çok yüksek.

İşte bu bağlamda, Çin, Brezilya, Küba gibi ülkelerin yerli aşı süreçlerinde, tümüyle olmasa da teknoloji transferi yoluna gittiklerini görmek anlamlı. Teknoloji transferi, bizim de, mekanizmasını doğru kurmak suretiyle ele almamız gereken bir madde.

Yazacak çok şey var ancak varmak istediğim sonuç, “milli aşı” için “Kervan yolda düzelir” yaklaşımından özenle kaçınmamız gerektiği...

Doğru kurgulanan bir politikayla, kaybettiğimiz mirası neden bir gün bir yerlerde yeniden bulmayalım?

İyi bir hafta sonu dileklerimle...

#Lady Mary Wortley Montague
#Hıfzıssıhha
#variyolasyon