Toz ile duman

04:0024/07/2017, Pazartesi
G: 17/09/2019, Salı
Gökhan Özcan

Yıllarca yaşadığımız zamana ayak uydurabilmek için çabalayıp durduk; şimdi görüyoruz ki ayaklarımız çoktan bizi kendine uydurmuş götürüyor!Yaşamayı yürümekmiş gibi düşünelim bir an... Yürüyoruz ve bir şeyler geride kalıyor sürekli. Yerinde saymadığımızın, mesafe aldığımızın, ilerlediğimizin delili bu; evet, bir şeyler geride kalıyor sürekli. Yürüyoruz; çünkü hayatın bir çıkış noktası ile bir varış noktası arasındaki tek yönlü bir sefer olduğunu biliyoruz. Çünkü bu hareket hali, geçici olduğu pek

Yıllarca yaşadığımız zamana ayak uydurabilmek için çabalayıp durduk; şimdi görüyoruz ki ayaklarımız çoktan bizi kendine uydurmuş götürüyor!


Yaşamayı yürümekmiş gibi düşünelim bir an... Yürüyoruz ve bir şeyler geride kalıyor sürekli. Yerinde saymadığımızın, mesafe aldığımızın, ilerlediğimizin delili bu; evet, bir şeyler geride kalıyor sürekli. Yürüyoruz; çünkü hayatın bir çıkış noktası ile bir varış noktası arasındaki tek yönlü bir sefer olduğunu biliyoruz. Çünkü bu hareket hali, geçici olduğu pek aşikâr olan bu dünya için öğrendiğimiz belki de ilk şey! Burası durulan bir yer değil; gelip geçilen bir yer... O gelip geçmeyi belki de en şiirsel biçimde ifade eden fiil de ‘yürümek’ fiili... Yaşıyoruz, yani iki nokta arasında bilerek ya da gayrı ihtiyari yürüyoruz işte. Yürüyoruz ama nereye?

Yürüyedururken ömür dolusu günler günler boyunca böyle biteviye, istikametinizin ne olduğu sorusu aklımıza gelmez mi hiç? Nereye doğru gittiğimizi, zamanın ucu görünmeyen patikasında ardı ardına attığımız bütün bu ardışık adımların bizi nereye götürdüğünü bilmek istemez miyiz? Bunu gerçekten istemiyor ve düşünmüyorsak eğer; yürümekle, yani yaşamakla varabileceğimiz bir yer kalıyor mu gerçekten?

“Yaşamakla kaybettiğimiz hayat, malûmat içinde kaybettiğimiz bilgi, bilgide kaybettiğimiz bilgelik nerede?” diyor İngiliz şair T. S. Eliot, hem de şimdiki zamandan çok önce.

Nasıl olduysa olmuş, kendi elimizle attığımız kement sanki gelip bir şekilde yine bizim boynumuza geçmiş... Öyle sıkıyor, nefessiz bırakıyor, zorbaca çekip çeviriyor, peşinde sürüklüyor artık yapıp ettiklerimiz bizi.

Tabiatı ve kaderi gelip geçmek olan bir hayatın içinde, güç yetiremeyeceğimizi bile bile her şeyi sımsıkı elimizde tutmaya çalışıyoruz. İhtirasla, hevesle ya da korkuyla... Ya da bütün bunların karışımı olarak içimize sızan tarifi zor bir tutkuyla... Yalan, hep sinsice, varlıklarını ancak kapıldıktan sonra farkettiğimiz tutkularla sokulmuyor mu yanımıza?

Yan yana durduğunda bir çok hayat hikayesini özetleyen iki kelime var: Yalanmış meğer!

“Peşinde koştuğumuz onca şey olmasaydı” dedi beyaz saçlı adam, “yolumuzu belki de hiç kaybetmeyecektik!”

Sırat köprüsü bu dünyada zaten kurulmuş sanki; bu kadar düşüp durmayı başka neyle açıklayabiliriz?

“Şöyle derin bir nefes alalım da, dünya biraz ferahlasın” diye bir uçurtma peydahlanıyor bazen içimizin maviliğinde.

“Asıl mesele” dedi adam yanındakine, “bizim asıl meseleyi perdeleyen asılsız meselelerimiz!”

Oğuz Atay, “...mesele, bir şeyleri, sıcak bir çorbanın kokusunu duyar gibi hissedebilmekti” diyor ‘Korkuyu Beklerken’de. Onca zaman geçti korkuyu bekleyerek, mesele demek ki hâlâ aynı!

Bir de şunu düşünün; yıllar sonra hiç beklemediği bir anda, aniden bozulmuş bir ezber ne hisseder?

Her gülümsediğinde, içinin iğne deliğinden bin bir güzellik ipliği geçiren insanlar da var.

“Göreyim istiyorsan” dedi meczup, “tozu dumana katıp durma!"

#Edebiyat
#Oğuz Atay
#T.S. Eliot