I-
Gündemimiz korku kültürü ve şiddet sarmalı.
Korku kültürü meselesini sondan geriye doğru işleyeceğimiz için Gazeteci Ahmet Hakan'ın dövülmesinden başlayabiliriz.
Evvele şunu söyleyelim. Gazeteci Ahmet Hakan'ın dövülmesi kötü bir olaydır. En kötüsü de dayak hadisesini medya olarak ele alış şeklimiz, şuyuu vukuundan beter “yorumlar”la iyice seviyesizleşmiş olmamızdır.
Kamuoyu “şehit haberleri” ni bile kanıksamış olduğu için dövme, yaralama, darp, hırsızlık olaylarını önemsemez bir ruhu hali içinde dinliyor.
Olaylara ya bizim başımıza gelmediği için seviniyor, ya çoktan hak etmişti oh olsun frekansında dinliyor ya da aman canım gazeteci/polis/subay her mesleğin riskleri var diyerek pek “profesyonel” bir tutum takınıyoruz.
Toplumsal düzen açısından meseleleri, olayları, şiddeti ele alış şeklimiz hiç de hayra alamet değil.
Medya olarak durumumuz içler acısı.
Ahmet Hakan'ın dövülmesi haberi iki uçta salındı/ salınmaya devam ediyor. Bir tarafta “orantısız bir ilgi” var/dı, nitekim aynı gün şehit olan askerlerin bazı kanallarda birinci haber olarak verilmemesi insanlarda infial yarattı.
Diğer tarafta bir gazetecinin dövülmesi sanki bir mafya hesaplaşmasıymış gibi görülüp “su testisi su yolunda” kırılır misali aşırı indirgemeci bir tutum ortaya konuldu.
“Su testisi su yolunda kırılır” algısı üzerinde duralım.
Ahmet Hakan'ı sosyal medyadan değil de ekrandan takip eden, özellikle İskele Sancak ve Kanal 7 Haber'den hatırlayan ve o hatırlayışı sıcak bir hatıra olarak muhafaza eden ve sosyal medya ile uzaktan yakından ilgisi olmayan kişiler, Ahmet Hakan'ın dövülmesine “Vay elleri kırılasıcalar” diye tepki gösterdi.
Sosyal medyadan Ahmet Hakan'ı takip edenler ise olaydan bir gün önce servis edilen Cem Uzan ile aralarında geçmiş olan “tivit düellosu”nun inşa ettiği izleyi takip ederek, olayı “normal”, beklenen durum olarak karşıladı. Sanki meteoroloji bizi sağanak yağmur konusunda uyarmıştı da işte yağan yağmur ile meteorolojinin verilerinin ne kadar isabetli olduğunu değerlendiriyorduk.
Bu değerlendiriş kötünün ötesinde bir vahamet taşıyor.
Müminin makamı hayret makamıdır hiçbir kötülüğü “olur böyle vakalar Türk polisi yakalar” kıvamında ele alamaz.
Önce toplum olarak ve tek tek bireyler olarak şu kafa karışıklığından kurtulmamız gerekiyor.
Şiddete karşı mıyız, değil miyiz?
Karşı isek, ekranda daha sakin mutmain bir yüz ile gördüğümüz şahsiyetlerin sosyal medyada mafya cümlelerini aratmayan tivitlerine karşı neden şaşkınlık duymuyoruz sorusunu kendimize yöneltelim.
Bu sorunun cevabını; takipçi sayısını artırmak için, içindeki “ben”i sosyal medya mecrasına armağan eden siyasetçiler, yazarlar, gazeteciler, sahte bir hesabın ardında, cesur yürek duruş sergilediğini zanneden “insanımsı”lar da düşünmeli.
Türkiye sosyal medya adabını konuşmak konusunda tutuk davranıyor.
Din adamından siyasetçisine, sosyal bilimcisinden psikiyatrisine bütün bir toplum tutuk. (Ne vakit sonra MEB Disiplin Yönetmeliği'ne sosyal medyayı dahil etti. Biraz erken mi oldu?)
Mesela din adamları, sosyal medyaya perhizkar bir tutum ile yaklaşmak yerine “pastadan pay kapmak arzusu ile” adam toplamaya çalışıyor sosyal medya üzerinden. Kanaat önderleri adeta video savaşları veriyor.
Siyasetçiler sosyal medya üzerinden mesaj vermeyi “kullanışlı” bir alan olarak görüyor. Her türlü pozlarını ortaya dökerek takipçilerini adeta taciz ediyor.
Şunu kabul etmemiz gerekiyor:
Sosyal medya bizim iç ve dış algımızı bir hayli değiştirdi. Mahremin sınırları konusunda kafamız bir hayli karıştı.
Mesela?
Abdurrahim Boynukalın'ın arkadaş ortamı ya da siyasi platformda Ahmet Hakan aleyhine söylemiş olduğu cümleler mahrem cümlelerdir.
Neden mi?
Genellikle ebeveynlerin yetişkin çocukları ile baş etmekte zorlandıklarında, vakti zamanında bir kulağını çekmedik ki diye başlayan hayıflanma cümlesi frekansında söylenmiş pişmanlık cümlesi olarak mahrem bir cümledir.
Ya da “organize işler”in racon kesme cümlesidir yılanın başını evvelinden ezmedik yuh olsun bize frekansında.
Gelelim Ahmet Hakan'ın tivitlerine... Ekranda hanelerde “evin oğlu” olarak kabul gören, dinleyişindeki kalite ile konuklarının konuşmasını sağlayan bir programcı, neden 3.sınıf mafya ağzıyla tivit yazar ki!
Şunu kabul etmeye hazırım: Dersiniz ki sosyal medya sanal bir kahvehane ortamıdır. Orada yakası açılmadık küfürlerin kendine ait bir dili, bir imi vardır.
Ben de o vakit derim ki, sosyal medyayı sanal kahvehane olarak kabul etsek bile bu sanal kahvehaneye çocukların, gençlerin ve kadınların da dahil olduğunu “ağır abi”lerin dikkate alması gerekmiyor mu?
Geleneğimizde dikkat aile var burada çocuklar var hassasiyetini hatırlatmak isterim.
II-
İnsanların siyasi görüşlerine, iş tutuş şekillerine, üsluplarına itirazımız olabilir, lakin bu itirazı dile getirirken ortaya koyduğumuz frekans önemlidir.
Şiddet dediğimiz şey mesafeyi koruyamama üzerinden gerçekleşir. Bir kişi ile nesnel bir dil üzerinden tartışabilirsiniz.
28 Şubat günlerinde tartışabiliyorduk. Akşamdan sabaha tartıştığımız Siyaset Meydanı'nı hatırlayalım.
Peki bu gün niye tartışamıyoruz? Ya da şöyle sorayım
tartışma ne zaman devam edemez?
a- Tarafların bilgi birikimi birbirine denk olmadığında.
b- Tarafların duygusal zekaları birbirine denk olmadığında.
Son zamanlarda yaşadığımız gerilim atmosferinde egemen olan bunlardan hangisi?
İkisi de değil.
Sosyal medya ile birlikte Türkiye insanı sadece söyleyen/bağıran/ kendisine temenna edilen biri olmak istiyor.
Kimse kimseyi dinlemiyor. Eşler birbirini, ebeveynler çocuklarını, çocuklar anne babalarını, öğrenciler öğretmenlerini, öğretmenler öğrencilerini, komşular birbirini.
Uzar gider liste...
İnsanların birbirini dinlememesini en iyi şekilde imleyen, yeni sürüme girmiş olan “aynen” kelimesi.
Karşımızdakini dinlerken iki de bir “aynen” dediğimizde, onun fikrine tamamen katıldığımızı dile getirmiyoruz, tam tersine çeşitliliğe, farklılığa nasıl da karşı olduğumuzu ancak “aynen”in sınırları içinde kalırsak birbirimize tahammül edeceğimizi deklare ediyoruz.
III-
Yazının doğru yerden okunmasını temin etmeyi sorumluluk alanım içinde gördüğüm için attığım başlığı izah etmeme müsaade edin lütfen.
Başlıkta dövülme ve dayak kelimelerini kullanmak istemediğim için esnek bir kelime olan “olay” kelimesini tercih ettim.
Şiddete karşı çıkarken bile harf harf şiddet inşa eden bir dilin peşine takıldık son yıllarda. Özellikle internet siteleri dikkat çekmek için sürekli aşağılayıcı bir dil kullanıyor.
Mesela bir gazeteci ya da tv programcısının işinin sonlandırılmasını “kovuldu” olarak veriyor.
Dikkat çekmek için incitici, indirgeyici kelimeleri kullanan bir medya diline hiç itiraz etmiyoruz. Dahası kendisi hakkında “kovuldu” diye manşet atılan kişiler de “kovulma” kelimesine hiç itiraz etmeksizin muhalif duruşlarının payesi olarak kelimeye sonuna kadar sahip çıkıyor.
Oysa “kovulduğumuz” zaman değil iş akdimiz feshedildiğinde, işimize son verildiğinde haklarımızı koruyabiliriz.
Yanaşmalar, dalkavuklar kovulur.
Öznelerin işine son verilir.