I-
Tahmin ettiğim gibi Çarşamba günü yazmış olduğum yazıya dair pek çok tepki ve yorum aldım. Öncelikle en nötr eleştiriden başlayayım:
“Cüneyt Özdemir'in programını eleştirmenizi anlayamadım. Cüneyt Özdemir enteresan bir teknik kullanıyor. Maksadının Almanya'nın politikalarını desteklemek olmadığını anlamış olmalısınız. O, olaylara sadece mülteciler açısından bakmaya çalıştı. Sizin övmelere doyamadı diye eleştirdiğiniz durumu ben, mülteciler için iyi şeyler yapıldığını görme coşkusu olarak gördüm .
Bir iletişimci olarak şunu da söylemem gerekiyor: Özdemir kullanmış olduğu dil ile karşısındaki savunmaya değil kendisine daha eleştirel bakmaya zorluyor. Unutmayın ki, Almanya'nın niyetine dair yorumları Cüneyt Özdemir'in yapmış olduğu program sayesinde Almanya'nın vekillerinden duymuş olduk.”
Başlığa Cüneyt Özdemir'in adını çıkarmasaydım yazı muhtemelen başka bir yerden okunurdu. Yiğidi öldür hakkını yeme demiş atalarımız, Türkiye'nin en başarılı programcılarından olan Cüneyt Özdemir üzerinden “aynı kare”yi alınganlık kodlarıyla nasıl başka bir şekilde “gördüğümüzü” konuşmak üzere başlığa Cüneyt Özdemir'in adını çıkardım.
Değerli okuyucumuzun yorumlarının önemli bir kısmına katılıyorum. Özellikle kullanılan dilin muhatabı eleştirel olmaya ya da savunmaya zorlaması meselesi üzerinde titizlikle durmamız gerekiyor.
C.Özdemir kendisini oldukça etkileyen mülteciler için hazırlanmış şişme çadırı inceledikten sonra “Bütün bunların vitrin olduğunu biliyoruz. Almanya'daki ırkçı gerilimin farkındayız” şeklinde cümleler kurmuş olsaydı Alman vekillerin tavrı ne olurdu?
Almanya'nın politikalarını savunmaya geçen bir dil kullanırlardı muhtemelen. Hatta Türkiye'nin politikalarını eleştirmeye doğru yol alabilirlerdi.
Bunların altını çizme ihtiyacı duyuyorum. Neden mi?
Türkiye olarak temel meselemiz kendimize eleştirel bakamamamız. Ya ölümüne savunuyoruz ya da ölümüne red ediyoruz. Oysa bu iki tavrın birbirinden pek de farkı yoktur. Ayrı yollardan gidip aynı kör kuyuda buluşurlar.
Gelen tepkiler üzerinden yol almaya devam edelim. İki hanım okuyucunun yorumunu arka arkaya vereceğim. Buyurun:
“Benim Cüneyt Özdemir denilince aklıma gelen ilk şey şu oluyor: Suriye'deki savaşın ikinci yılıydı sanırım ve Cüneyt 5n1k programını yapıyordu. Programın fragmanı TV'de dönmeye başladığında Suriye'deki savaş gerçeğinden bahsedileceği söyleniyordu. Programı merakla bekledim ve izledim. Cüneyt Şam'a gitmiş ve izlenimlerini anlatıyor. Önce ekranlardan izlediğimiz savaş sahneleri sonra da Cüneyt'in izlenimleri.Meğer Cüneyt savaş bölgesine hiç girmemiş. Şam'da Nusayri mahallelerini ve gece kulüplerini geziyor ve hatta birkaç kişi ile de röportaj yapıyor. Hepsinin ortak söylemi 'burada savaş yok, biz hayatımızdan memnunuz'. Tabii Cüneyt de bu fikrin altını çiziyor ve verdiği mesaj şu 'burada savaş yok, varsa da birkaç adam çatışıyor işte'. Programı dehşetle izledim. Bir yanda Suriye'den gelenlerin anlattıkları bir yanda Cüneyt'in anlattıkları...”
Yukarıda okumuş olduğunuz yoruma gelen tepki ise şöyle:
“Suriye'de savaş tam da bu şekilde başlatıldı. Savaş var diye diye olmayan savaşı başlattılar.”
Meselenin Almanya üzerinden düğümlenen bölümüne gelen eleştiriler ise şöyle:
-“Almanya'yı eleştireceğinize, bu insanlar Türkiye'den neden kaçıyor onu yazın. Bizdeki asgari ücretle yaşanır mı onu sorgulayın!”
-“Normal hayata kavuşturamadığımız kardeşlerimiz Batı'yı bize tercih etti. Kahrolmak için daha ne bekliyoruz.”
II-
Kış kapımıza yaklaşırken Suriyeli mülteci sorunu bütün Türkiye için fakat özellikle İstanbul için giderek tehlikeli boyutlara ulaşıyor.
Sosyal medyada Almanya'nın 400 bin kişiye daha sığınma hakkı verileceği söylentisinin yayılması üzerine insanlar yollara düştü. Deniz yolundan değil Edirne üzerinden Yunanistan'a ulaşmak için kilometrelerce yürümeyi göze aldılar.
Yukarıda alıntılamış olduğum görüşlerin biri hariç (olmayan savaşı savaş var diye diye başlattılar) hepsine katılıyorum.
Fakat şuna dikkatinizi çekmek durumundayım. “Merhamet borsası” sadece Almanya ile ilgili olarak ifade edip kenara çekilebileceğimiz bir kavram değil.
Şu gerçek ile yüzleşip bir an önce tedbir almak zorundayız: Evet kamu kurulaşları Suriyeli mültecilere (bu adı vermek zorundayız,misafir ismini vererek ne kadar yol alabiliriz ki!) yardım ediyor. Ama bazı fırsatçılar mültecilerin emeğini sömürüyor.
Örnek mi? İki dil bilen üniversite mezunu Suriyeli genç Kapalıçarşı'da 800 Tl maaş ile çalışıyor. Maaşını tam zamanında alabilirse ne ala.
Evet Avrupa ülkeleri “bakabileceği kadar göçmen”e talip olurken, Türkiye olarak bizim böyle bir şansımız yok. 2 milyon göçmen alan hangi ülke olsa zorlanır. Aldığı tedbirler yetersiz kalır.
Fakat kendilerine bile ait olmayan harabeleri kiralayarak rant elde edenleri engellemek bu kadar zor olmasa gerek. Bu harabelerde zor hayat koşulları sığınmacıları verem ediyor. Verem mikrobunun İstanbul gibi kalabalık bir şehirde nasıl bir faciaya yol açacağını düşünmek bile istemeyiz değil mi?
O halde hükümet Suriyeli mülteciler için bakanlık düzeyinde bir çalışma başlatmak zorunda.
Suriyeli mülteciler için daha sistamatik bir yardımlaşma ağının kurulması gerekiyor.
Başa çıkamayacağımız dertlere uğramadan, bir an önce hepimizin Suriyeliler için seferberlik ruhunu inşa etmemiz gerekiyor.
Bayrama sayılı günler kala bayramı kendimize değil başkalarına bayram kılmak boynumuzun borcu olsun.
Fakat sosyal medya üzerinden zengin Arap dostlarımızı fakir soydaşlarına karşı duyarlı olmak üzere de bir dil inşa etmemiz gerekiyor.
Gökyüzünü gökdelenlerle delen; aslanına, kaplanına altın tasma takan, çölde safari yapan petrol şeyhlerini vicdan tutulmasından kurtarmayı da kendimize vazife edinelim.
III-
Bayrampaşa garında yan yana dizilmiş binlerce kişiyi görünce tuhaf bir şekilde aklıma Vecdi Bingöl'ün şarkısı düştü:
“Aşıka Bağdat sorulmaz/ufukları aşar gider/Ümit yolcusu yorulmaz/ Baht izinde koşar gider.
Bağdat yerle yeksan olunca aşıkın menzili Berlin ...
Berlin “bakabileceği kadar mülteciye” talip. Peki Dubai neye talip?