I-
Esenler Belediyesi'nin “Yazarlar Okullarda” projesi kapsamında ilçenin öğrencileri ile bir araya geldik. Çok güzel bir program oldu. Gençler sordu, ben cevapladım.
Önemli olan doğru soruyu sorabilmek. Ara ara öğrencilerin yanlış sorularına, yargılayıcı sorularına itiraz etsem de, programa gösterdikleri alaka, soru sormak konusundaki tatlı heyecanları, yarınlar adına beni umutlandırdı.
Öğretmenlerden oluşan jüri en iyi soruyu soran öğrenciyi seçti. Amiral Vehbi Ziya Dümer Anadolu Lisesi'nden Beyza, 57 puan ile günün birincisi oldu.
Öğrencileri, soru düşüncenin ebesidir anlayışı ile sorular üzerinden yarıştırırken; onların düşünce dünyasını, kendilerini ifade ediş biçimlerini, öğrenilmiş yargılarla muhataplarını tasnifleme girişimlerini, yakından görme imkânı bulmuş oldum.
Sadece öğrencilerin değil, öğretmenlerinin de bir derdin ıstırabı olarak sordukları sorular oldu ki, bu yazının esas yazılma sebebi bu.
Birikimine ve dikkatine hayran kaldığım coğrafya öğretmeni Yunus Ahmet Ünlü, daha önce bu köşede yayınlamış olduğum “Sadece güvenlik değil aynı zamanda güven sorunumuz var” yazısına atıf ile insanların giderek birbirine karşı güvenini yitirdiğini; Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ve Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Çarkoğlu'nun “Uluslararası Sosyal Saha Çalışmaları Programı” (International Social Survey Program-ISSP) kapsamında, “Türkiye'de ve Dünyada Vatandaşlık” başlığı ile yapılan bir araştırmadan yola çıkarak ifade etti.
Araştırmaya göre dünyada başka insanlara güvenmeyen ülkeler arasında Türkiye ilk sıralarda yer alıyor.
Değerli öğretmenimizin sorusu şu: “Bu durumda öğrencilerime, insanlara güven duymaları konusunda nasıl yardımcı olabilirim? Gelişmiş Batı ülkelerinde insanlar birbirlerine karşı güven duyarken bizim toplumuzda niçin güven kaybı yaşanıyor?”
Cevabını salonda kısaca verdikten sonra bu konuda en iyisi köşe yazısı yazayım, dedim.
Kimden ne kadar ve ne zaman korkacağımız bizim elimizde değil. Ne yiyip ne içeceğimize karar veren küresel düzen, ne zaman, kimden hangi sebeplerle korkacağımıza da karar veriyor.
Mesela her gün dünyada binlerce insan elektrik çarpmasından kaynaklanan bir sorundan dolayı ya sağlığını yitiriyor ya yaşamını. Ama bunların hiçbir haber değeri yok.
En son ne zaman elektrik kaçağından dolayı hayatını kaybeden bir mühendis haberi okuduğunuzu hatırlamaya çalışın lütfen...
Fakat her gün Türkiye'den ve dünyadan şiddete maruz kalan birinin haberini okuyoruz. Bazı günler bir değil onlarca haber çıkıyor “tematik şiddet” kapsamında.
Tematik şiddet konusunda birinci sırada erkekler tarafından öldürülen kadın haberleri var.
Bu haberlerin erkekleri ve kadınları nasıl etkilediğine dair ayrı ayrı çalışmak gerekiyor. Kocası, eski kocası, yakınları tarafından öldürülen kadın haberleri kadınları “erkeklere verilen emeğe değmez” noktasına götürürken, aynı haberler erkekleri “kadın milletine güvenilmez” yargısını biraz daha pekiştirme noktasına götürüyor.
Dünya hiçbir zaman çok güvenli bir yer olmamıştı. Fakat insanlar günümüzdeki kadar yakınındakinden korkar hale gelmiş miydi?
Bu soruya kapsamlı bir cevap verebilmek için, içinde yaşadığımız çağı başka çağlardan ayıran farklar üzerinde durmamız gerekiyor.
İçinde bulunduğumuz çağı, başka devirlerden ayıran en önemli özellik nedir?
Günümüzde yakınlarımızla değil, “başkaları” ile geçirdiğimiz zaman, elli yıl öncesi ile mukayese edilmeyecek boyutlarda.
Modern öncesi zamanlarda kişiler sadece ailesi ve yakın çevresi ile iletişim halinde olurdu. Oysa günümüzde, sosyal medya aracılığı ile hiç karşılaşmadığımız/tanımadığımız gerçek ya da sanal kişilerin profilinin içinde kaybolacak kadar çok vakit geçiriyoruz.
Yakındakini kendi gözlemlerimiz ile değil medya üzerinden servis edilen kalıp yargılar ile değerlendiriyoruz.
“Tematik şiddet” haberleri, her birimizin basiret damarının kurumasına sebep oluyor.
II-
Bir sosyolog olarak rakamlara değil bireyin kanlı canlı hikâyesine inanmayı tercih ettim daima.
Yunus Ahmet Ünlü'ye güven meselesini köşe yazısı yapayım dediğimde yazının sonunu böylesine muhteşem bir güven hikâyesi ile bitireceğimi bilmiyordum elbette.
Hikâyenin kahramanı İzmir'in Tire ilçesinde inşaat işçisi olarak çalışan 50 yaşındaki Mehmet Yazar. Bir küp dolusu altın buluyor ve hiç elini sürmeden yetkililere teslim ediyor. Kendisine “Enayi misin sen?” diyenlere şu cevabı veriyor:
“Biz her gün altın görüyoruz, içimiz altın, bir altın bizi bozar mı? Bizimle dalga geçiyorlar, 'altınları niye verdiniz?' diye soruyorlar. Ben çok iyi yaptım. Siz içerideki mistik kokuyu biliyor musunuz? Tarihi bilenler devletine sahip çıkarlar. Gözü aç olan ise saldırır. Gelin bir gün bizimle çalışın, ortamımızı görün. Herkesin gönlü zengin olsun. Kişisel olarak değil ama arkadaşlarımla beraber kaymakamlığa başvuracağız. Altını ben bulsam da tek başıma ne yapacağım altını? Hepimiz aynı parayı alacağız. Ben definecilere şaşırıyorum. Devlet size hakkınızı zaten verir.”
III-
İnşaat işçisi Mehmet Yazar'ın hikâyesini istisna olarak göreceklere hitaben yazıyorum. Bu hikâye istisna değil. Ama biz her gün medya yoluyla üzerimize atılan kötü haberlerin altında öylesine eziliyoruz ki her gün karşılaştığımız güzelliklere, iyiliklere karşı, tanımlanmamış yabancı veri tepkisi veren makinelere dönüşüyoruz