Hocam bir iklimdi (3)

04:0010/03/2017, Cuma
G: 17/09/2019, Salı
Fatma Barbarosoğlu

Merhum Hocam Nihat Keklik ile ilgili olarak sunmaya çalıştığım “tadımlık” anıları bugün nihayete erdiriyorum. Gösterdiğiniz alaka için çok teşekkür ederim. Bir ömürden geriye ne kalıyor sorusuna verilmiş çok çarpıcı bir hissedir merhum hocamızdan kalan anılar.



Hepimiz kendimiz kadarız. Biriktirdiklerimize ve harcadıklarımıza rengini veren şey, özümüzde saklı olan iksir.



Merhum Prof. Dr. Nihat Keklik üzerine Kutadgubilig'in Mart 2011 sayısında Cahit Şenel tarafından kaleme alınmış olan “Nihat Keklik Hayatı ve Çalışmaları” adlı makaleyi okumanızı hararetle tavsiye ediyorum.



Öğrencileri Prof. Dr. Nihat Keklik'i anlatıyor. Buyurun:



U. Köksal Odabaş anlatıyor

:



Hocamın dostluğa verdiği değer pek çok şeyin üzerinde idi. Aramızda şöyle bir konuşma geçti:



-Hocam biz sizin evladınız sayılırız. Bize müşfik bir baba gibi davrandınız.



- Sen benim dostumsun Köksal, hep öyle de kalacaksın.



-(Biraz alınganlık göstererek) takdir ve tensip sizin Hocam. Siz nasıl uygun görürseniz.



-(üzüldüğümü anlamış olacak ki şu dersi verdi): SEN BENİM DOSTUMSUN. İNSANA BAZEN EVLADI BİLE DOST DEĞİLDİR.



Rabbim dostu dosttan, dost bildiklerimizden ayırmasın. Allah rahmet eylesin..



Nurgül Elverdi anlatıyor:


Sanırım 1976 yılı İstanbul Üniversitesi Edebiyat fakültesi Felsefe Bölümü birinci sınıftayız.



3-A anfide Türk İslam Felsefesi dersi var. Hocamız Prof. Dr. Nihat Keklik derse girdi ve iyi günler dileyerek derse başladı. Anfi tamamen dolu, çıt çıkmıyor. Büyülenmiş gibi dinliyoruz, hep öyleydi. Bugün bile hâlâ o günlere, o derslere geri dönmek isterim. Bizi bambaşka düşünce âlemlerine götüren, ruhumuzu sarsan farkındalıklara bizi taşıyan o derslere... Birden anfi kapısı yumruklanmaya başladı, ardından sertçe açıldı ve sakallı parkalı birkaç kişi öğrencilerden amfiyi boşaltmalarını istedi. O günleri yaşamamış olanlar bilmez, herkes amfiyi korkuyla terketmeye başladı. Koca amfi boşaldı tahminen beş kişi kaldık, yanımda outran öğrenci, “Müsade eder misiniz! Geçeyim, çıkmak istiyorum” dedi.



“Çok kızgınım, otur yerine!” diye bağırdım çıkmak isteyen kıza. Hocam tahtadan seslendi: “Nurgül kızım, bırak çıksın!”



Kız çıktıktan sonar amfinin kapısını kilitledi, bize döndü ve dedi ki: Ben bu dersi hepiniz çıksaydınız bile şu kara tahtaya anlatır yine yapardım, bunun için devlet bana para ödüyor haram para bana nasip olmasın.



Ders boyunca kapı yumruklandı sloganlar atıldı. Ders bitince hocamız önce ben çıkacağım siz arkamda kalın dedi ve kilidi açtı. Bir de baktık ki bir sıra polis bir sıra asker koridor oluşturmuş biz aralarından geçerek saldırılarından kurtulduk. O gün canım hocam bana 'Efe Kızım' lakabını verdi. Mezun olduğum sene ikinci oğlum dünyaya geldi ve hocam eşi ve kızları ile bizi ziyaret ederek kutladı. Öylesine duygulandık ki anlatamam. “Hocam sizden rica etsem oğlumuzun adını koyar mısınız!” dedim. Çok mutlu oldu ve “Bir oğlum olsaydı adını 'TUĞRUL' koyacaktım, öyleyse Tuğrul olsun dedi ve benim oğlum tıpkı onun gibi bir bilim adamı gurur duyulacak bir insan oldu.



İşte bizim hocamız! Bize sadece öğreten değil, bizi adeta yoğurarak şekillendiren bir sanatkardı. Hayatlarımıza dokundu ve silinmez izler bıraktı. Onu tanımak, ondan feyz almış olmak bizlerin en büyük zenginliği.



Ayşenur Kurtoğlu anlatıyor:


Eczacı olmaktan vazgeçerek; felsefeye uzak bir zihin ve iklimden geçip gelerek, en çok da bölümün adına gönül vererek talebeniz olmuştum. Rüyamda elime verilen kağıdın üstünde sizin zorluklarla kurduğunuz bölümün ismi yazıyordu.



Odanız bir ilim mabediydi. Bazen bir medrese talebesi gibi bazen Batı'nın en muteber bir okulunda eğitim alıyor gibiydik.



Felsefe koridorunun bütün soğukluğunu gideren ve felsefenin aklı zorlayan muhtevasına karşı bize sıcak ve kuşatıcı “hikmet”in peşinde olduğumuzu hissettirendiniz.



Şahsiyet sahibi insan olmayı hemen bütün derslerimizde bize aşılayan, bunu dert edinendiniz.



Muhtemelen alerjik uzun süreli öksürüğümle ilgili olarak beni bir kenara çekip “âşık mısın?” diye soruşunuzu hiç unutmadım. (İnce hastalığa yakalanmış olmamdan korkmuş, öksürüğümü dert edinip temiz ciğer filmini görünceye kadar öksürüğümü takip etmiştiniz.)



Felsefenin temel disiplinlerini sayıp, en önemlisinin Ahlak olduğunu ne kadar öğrendiğimizin izini, eylemlerimizden takip ederdiniz.



Felsefe gibi insanı duvardan duvara çarpan, hatta insanların inancını çalabilen bir disiplinde, sorduğunuz sorularla imanımızın kavileşmesine ne çok destek verdiniz.



Tecrübenin ne olduğunu sizin verdiğiniz örneklerle anlatmaya devam edeceğim. Ve hayatımı şekillendiren en büyük tecrübeyi ve de nasibi sizin öğrenciniz olarak yaşadığımı hiç unutmayacağım.



Burhan Köroğlu anlatıyor:


1982-83 akademik yılının ilk haftasıydı. Bir önceki yılda sadece Türk İslam Felsefesi anabilim dalında ders aldığımız için diğer bölümlerle temasımız olmamıştı. Prof. Dr. Bedia Akarsu'nun Ahlak Felsefesi Tarihi ile ilgili bir dersini seçmiştim.



1980 askeri darbesi sonrasında ideolojik kamplaşmalar Edebiyat Fakültesi'nde devam etmekteydi. Prof. Dr. Bedia Akarsu dersin bir yerinde ahlak öğretilerinin çağdan çağa, toplumdan topluma değişebilirliği ile ilgili konuşurken, birden sözü Peygamberimize getirdi ve: “Mesela Muhammed dönemindeki ahlak anlayışı kadına mal değeri verirken, kadını örtüler içine hapsederken, insan özgürlüğünü tanımazken bu öğretiler o dönemde revaç bulmuştu. Günümüzde ise bunlar çağ dışı kalmış görüşlerdir” dedi.



El kaldırdım. Sanıyorum kendisini destekleyecek sözler duymayı umarak bana söz verdi. “Öncelikle bir milyarı aşkın müslümanın Peygamberinden adıyla bahsedemezsiniz, ona Hz. Muhammed demelisiniz. Bu sınıfta bulunan örtülü kardeşimize hakaret ediyorsunuz. Ayrıca İslam ahlakı sadece o dönem için değil, sonsuza kadar müslümanları özgürleştirecek bir ahlak sistemidir. Bunun için İslam ve Kur'an hakkında biraz bilginiz olsa yeter” dedim. Hoca şaşırdı, tartışmaya başladı. Felsefe bölümü solcu öğrencilerin çoğunlukta olduğu bir bölümdü ama sınıfta benim gibi düşünen arkadaşlarım da vardı. Diğer öğrencilerle atışmaya, tartışmaya başladık. Fakat sınıfta benim gibi düşünen öğrencilerin varlığına dayanamayan hoca, benden sınıfı terketmemi istedi. Ben de terketmeyeceğimi, istiyorsa kendisinin terketmesini, fakat toplumunun değerlerine bu kadar yabancı ve düşmanca tutum içinde bulunan bir hocanın dersini almaya da devam etmeyeceğimi söyledim.



Hoca hışımla dersi yarım bırakıp sınıfı terketti.



Ertesi gün Nihat Keklik hoca beni odasına çağırdı. Olayı anlatmamı istedi. Ben de anlattım. Meğer Bedia Akarsu hoca beni şikayet etmiş. Hoca beni karşısına oturttu, Bedia hocaya gerekli cevabı verdiğini söyledikten sonra, İstanbul Edebiyat Fakültesi felsefe koridorunda yıllar süren mücadelesini anlattı.



Sınıfta geçen olayın, Cumhuriyet aydınının tarih, medeniyet ve kültüründen kopukluğunun trajik bir yansımasından başka bir şey olmadığını, gönlümü ferah tutmamı, bu milletin eninde sonunda kendi köklerini yeniden keşfederek, geçmişte olduğu gibi gelecekte de İslamın ışığıyla dünyayı aydınlatmaya devam edeceğini söyledi. Yapmamız gerekenin, sabırla hakikati araştırmaya devam etmek, bunun için de kendi geleneğimizi ana kaynaklarından, ana metinlerinden kavramak için bilgi, klasik diller, derin bir kavrayışla donanmamız gerektiğini anlattı.



Nihat Hocayla her zaman iyi anlaştığımızı söyleyemem, ama onun Felsefe koridorundaki mücadelesini, İslam Felsefesini, pozitivist ve İslam düşmanı hocalara rağmen o koridorda anabilim dalı düzeyinde var kılma başarısını hep takdirle hatırladım.



Bugün İslam Felsefesi kürsülerinin Türkiye'nin bütün ilahiyat fakültelerinde ve birçok edebiyat fakültesinde saygın yerini almasında, bu alanda bir çok uzmanın yetişmesinde hocanın emeği ve gayretlerinin çok önemli yeri vardır.



Allah rahmet etsin. Mekanı cennet olsun.


#12 Eylül 1980
#İslam Felsefesi
#Prof. Dr. Bedia Akarsu