Bir aylık iznim bitti. Az sitem etmediniz... Sayılı gün çabuk geçiyor. İşte geldim. Tatil yapmak için değil, köşe yazıları ile bölünmeyecek bir atmosferde yazabilmek için ayrılmıştım huzurunuzdan.
Ne ben bir şey kaçırdım bu esnada ne de sizler. Ya da şöyle söylemek daha doğru. Yakaladığımız pek bir şey yok. Geçen gün ömürdendi...
Kasım ayında huzurunuzdan ayrılırken Nihayet Dergisi'nin Kasım sayısından bahsetmiştim. Bir ay sonra tekrar huzurunuza çıkınca da Nihayet'in Aralık sayısı ile merhaba demeliyim o halde.
Okuyucularımız hiç kimsenin gündeme getirmediği ama ince derdimiz olan konuları ne güzel işliyorsunuz diye teşekkürlerini sunuyor.
Nihayet Dergisi henüz proje aşamasında iken nasıl bir dergi olacak diyenlere “hayat gibi” olacak dedim. Nasıl hayat gibi? Hayatta karşımıza ne çıkıyorsa, neye şaşırıyor, neye üzülüyorsak hepsi Nihayet'in sayfalarında yer alacak.
“Hayat gibi” bir dergi yayınlayabilmek için, hayatın tabii atmosferinin içinde kalmayı başarmak gerekiyor.
Hayatın içinde kalabilmek için, her hafta bir masanın etrafında toplanarak gündelik hayat içindeki “karşılaşma”larımızı paylaşıyoruz. Gördüklerimizi, duyduklarımızı, okuduklarımızı...
Derginin temaları bu toplantılardan çıkıyor.
Aralık sayısını yapmaya nasıl karar verdiğimizi anlatayım ... 'Düğün' sayısını çalışıyorduk. Eski bir arkadaşımla ayaküstü yaptığımız sohbeti anlattım Nihayet ekibine.
Sohbet şöyle gerçekleşti: On yıl önce eşinden boşanmış olan, resim bölümü mezunu arkadaşım ile karşılaştım. Bana kızımın sınıfında veli olan bir hanımın selamını söyledi. Hanımın adı Nurten olsun. Sen Nurten Hanım'ı nereden tanıyorsun dedim. O benim danışanım dedi. Herhalde bir yerlerde resim kursu veriyor olmalı diye düşündüm.(Niye kursiyer demiyor da danışanım diyor?) Ne konuda danışıyor diyemedim. Konuşmanın ilerleyen bölümlerinde on yıl önce eşinden boşanmış olan arkadaşımın, evinde, “aile danışman” lığı yaptığını öğrendim.
Bunu anlatırken genç arkadaşlarıma hayat ne kadar garip, bu danışma işleri giderek sarpa sarıyor diyecektim . Psikoloji eğitimi almamış olan arkadaşımın, en önemli kazanımını, damdan düşenin halini damdan düşen anlar atasözünün mihmandarlığında elde ettiğini söyleyecektim. Söyleyemedim. Çünkü Beyza, arkadaşlarının bir kaç günlük bir sertifika programı ile danışman payesi alabildiğini; “sertifika kursu”na katılarak iş kurma hevesinde olanların sayısının hiç de azımsanmayacak boyutta olduğunu; birkaç saatlik kurs ile her konuda “koç”luk yapabilenleri örnekleriyle anlatmaya başladı:
-Nasıl yani?
-Mesela arkadaşım 30 bin dolar vererek –ki o zaman nişanlıydı ve bu parayı nişanlısı vermişti- bir kursa gitti iş kurmak için.
-Niye o kursa gitti?
-Nişanlısı durumu yatırım olarak gördü ve bu kurstan sertifika alınca biz de kendi kursumuzu açarız diye düşündü.
-Ne kursuydu?
-...?
(Kursun adı hatırlanmıyor. Kurstan geriye bir tek ödenen ücret ve katılımcıların borç harç bu “sertifika kursu”na katıldığı kalmış zihinlerde.)
Bizim kuşak için durumun ne kadar çarpıcı olduğunu Nazife Şişman ile benim yüz ifadem ele veriyordu. Ancak ekibin genç yüzleri şaşırmak yerine tanık oldukları hikayeleri birbiri ardına kanıksamış bir şekilde paylaşmaya devam etti. Devir biriktirmek devri, en iyi okuldan mezun olunsa da “fark yaratmak” için pek çok sertifika biriktirmek gerekiyor-MUŞ.
II-
Eskiden ilim tahsil edilir, bu ilmi kimden tahsil ettiğini belgeleyen icazet alınırdı. Modern zamanlarda kişi değil kurum öne çıktı. Kurumun verdiği diploma ile kendimizi ispat etmenin derdine düştük. Sorun şu ki bizim diplomasını taşıdığımız kurumlar her yıl yüzlerce kişiyi “mezun” ettiği için, sadece diploma ile kendimizi anlatamaz hale geldik. Yardımcı enstrümanlara ihtiyacımız var. Kendimizi anlattığımız ,işaret ettiğimiz CV'lerin, fark yaratır bir şekilde “öne çıkması” , bizimle aynı okuldan mezun olanları geride bırakabilmek için, diplomanın yanında sertifikalarımızı da sıralamamız gerekiyor.
Sorun şu ki, onca sertifika da ekmek teknesine bir adım daha yaklaşmayı kolaylaştırmıyor, çünkü pek çok kurum beş yıllık iş tecrübesi istiyor. Yakında beş yıllık iş tecrübesi sertifikası verilir diye bir kurs açılırsa hiç şaşırmamak gerekiyor.
E. From' dan ödünç alarak söyleyecek olursak, mesele olmak mı sahip olmak mı ikileminde kör düğüm .
Diplomaya, sertifikalara sahip olunuyor fakat kişinin mesleğinde tecrübe edinmesi ise ancak o işi yapmasıyla mümkün.
Sadece iş tecrübesi için değil, hayat tecrübesi için de kişilerin bir üretim içinde olması şart. İnsanın kendini gerçekleştirdiği en önemli alan üretim alanıdır.
Kişi kendisini çoğu defa bir iş yaparken idrak eder.
Gençler seçtikleri meslek tarafından seçilmeyince, yani işsiz kalınca “yaşam koç” larından medet umar hale geliyor. Sadece gençler mi? Ayağı tökezler gibi olan herkes için hazırda bekleyen '”koç”lar var. Eğitim koçu, yaşam koçu, koç öğretmen, aile koçu. Nerede bir sorun varsa oraya bir “koç” ikame oluyor.
Yaşam koçları “koyunları” buluyor ama, dört ayaklı koçların başına bir çoban bulanamıyor.
Ayda beş bin TL verildiği halde, çoban bulamayan köy muhtarlarının derdine derman olması için bir sertifika programı düzenleneceği kimin aklına gelirdi? Çoban kelimesi olumsuz bir imaj içinde kullanılınca belediye yetkileri de duruma el koymuş “sürü yetiştirme elamanı” adı altında özellikle kadınlar için sertifika programı düzenlemiş.
Nihayet'in bilinmeyen hayatlardan çıkardığı ibret hikayeleri çok seviliyor. Bu ayki söyleşi konuğumuzu bütün gençlere bilhassa okutmanızı tavsiye edeceğim. Konuğumuz, 9 yaşında iken, Beni çırak al diye ustasına yalvaran,19 yaşında Türkiye'nin ilk kadın sedefkarı olan Fatma Ayran. Fatma Ayran usta çırak ilişkisinin olduran hallerini, bir zenaate gönül verme duygusunu paylaştı bizimle. Prof.Dr. Hüsamettin Arslan söyleşisi ile Fatma Ayran söyleşisini birlikte okuduğunuzda, olmak ile dinlemek bahsi arasındaki kopmaz bağı daha iyi anlayacaksınız.
Fikirleri hayat ile hayatı fikirlerle bütünlemeye devam ediyoruz...
Biz buradayız ve lütfen siz de bütün sevdiklerinizle aramıza katılmaya devam edin.