Bizi geri bırakan, ya da problemlerimizi halledilmez kılan şey fıkıh değil, fıkıhsızlıktır dedik. Fıkıh, yani Kur'an-ı Kerim ifadesiyle 'Dinde Tefakkuh' etmek. Tefakkuh bugünkü anlamıyla 'fıkıh' denen disiplinde derinleşme, 'fıkıhçı' olma demek değildir. Bu olsa olsa akademik bir unvan olabilir. Dinde tefakkuh etmiş, yani gerçek anlamda 'fakîh' olmuş olmanın belirtisi, ümmeti inzar edebilmedir, yani bir peygamber varisi olarak insanları uyarmadır. Çünkü inzar, yani akıbetin dehşetiyle insanları uyarma peygamberlerin asıl görevidir ve Kur'an-ı Kerim bu özelliği fakihler için de zikreder (Tevbe 9/122). Önce kendisi uyarılmış olmayan birisinin başkalarını uyarması da elbette anlamsızdır ve buna 'inzar' denmez. O halde inzar etmeyen ya da edemeyen kimse fakih de olmaz.
İşte bu ölçüde fakihlerin bulunduğu bir İslam toplumu kendi meselelerini halledebilir. Bu da hem ilmi bir birikime, hem de toplumda İslam'ın fiilen yaşanıyor olmasına dayanır. Yani fakih, bilgisini üstat ve kitap kadar da hayattan alan alimdir. Bunları biz çok uzun zamandır kaybetmiş olduğumuz için tekrar oluşturmamız da zaman alacaktır, ama mutlaka tekrar olacaktır. Çünkü düşüş başladığında engellenemediği gibi, yükseliş de başladığında engellenemez. Ve yükseliş başlamıştır.
Halihazır durumumuzdan fıkhı sorumlu tutanların yanılgılarından söz ediyorduk. Bunlardan biri de içtihat, fetva ve kaza kavramlarını birbirine karıştırmamızdır.
İçtihat ehlinden ve yerinde sadır olan bir anlama çabasıdır, bir görüş beyanıdır. Tarifteki iki kayıt önemlidir. Yani bir görüşün şeri anlamda içtihat sayılabilmesi için bunun ehli olan bir âlimden çıkmış olması ve hükmünü nasların (ayet ve hadislerin) zaten açıkça bildirdiği bir konuda değil, akla bırakılan şeri bir konuda olması gerekir.
Bir âlim hangi vasıfları kazanınca müçtehit olabilir? Bunun için usul kitaplarında pek çok şart zikredilir, ama usulü fıkhın zirvesini hala kimseye kaptırmayan Şatıbî bütün bu şartları iki kalemde toplar: Dinin kaynaklarının dilini, yani Arapça'yı çok iyi bilmek, makâsıdü'ş-şeria'yı, yani dinin/şeriatın maksatlarını, hedefinin ve amacının ne olduğunu kavramış olmak.
Şatıbî'nin dediğini şu ayetle de anlatabiliriz, “eğer bilmiyorsanız ehli zikirden sorun” (Nahl 16/43). 'Ehli zikrin' kim olduğunu Kur'an-ı Kerim'e dayanarak daha önce yazmıştım, kısaca Kitab'ı ve Sünnet'i iyi bilen ve bildiğini yaşayan âlimlerdir. İşte müçtehit budur. Ama müçtehidin ortaya koyduğu görüş, yani içtihat sadece kendisini bağlar, başka müçtehitler de başka içtihatlar ortaya koyabilirler.
O halde müminler muhtaç oldukları dini bilgiyi ya bizzat kendileri bilecekler, ya da mealini verdiğimiz ayete uyarak gidip ehline soracaklar. Ehil olan müçtehitlerin her hangi birisine sorabilirler, ama onların söylediklerinin dışına da çıkamazlar. Demek ki, tek tek içtihatlar bireyleri bağlamaz, ama kişi müçtehit değilse onlardan her hangi birini almak zorunda olması bakımından ise bağlar.
İçtihatlar bir talebe bağlı olmadan ortaya konan serbest düşüncelerdir. Eğer içtihat bir ferdin talebi üzerine onun müşkülünü halletmek için ve ona özel söylenmiş olursa fetva adını alır. Birey her hangi bir müçtehidin fetvasına da uymak zorunda değildir. Beğenmezse gidip başka müçtehitten fetva isteyebilir. Ama kendi müçtehit olmadıkça onların hepsinin dışına da çıkamaz, onlardan birini alıp uygulamak zorundadır.
Kaza/kadâ ise yargı demektir. Devlet ulü'l-emr olarak ümmetin maslahatını, yani topluma ve bireye daha faydalı olan içtihatları seçip onları kanun kılma hakkına sahiptir, hatta bununla görevlidir. Bunun anlamı, kanun haline getirilecek görüşlerin de mutlaka usulüne uygun içtihatlar olmasıdır. Bireyler arasındaki anlaşmazlıkları halletmek ve hukuku sağlamak amacıyla seçilip benimsenen içtihatları devlet kanun haline getirir. Bunların hâkimler/kadılar tarafından uygulanması ise kaza/kadâ, yani yargı ve hükümdür. İşte bağlayıcı olan budur.
Dolayısıyla on beş asırdır oluşan fıkıh ve içtihat hazinesinin koridorlarını dolduran içtihatlar bütünüyle bağlayıcı değildir ki, fıkıh bizi geri bırakmış olsun. Böyle söylemenin anlamı şudur: O insanlar neden bu kadar çok çalışıp bunca içtihatlar ortaya koydular? Biz şimdi onlara bakınca başımız dönüyor ve ne yapacağımızı şaşırıyoruz. O halde tekrar sıfırdan başlamalıyız.
Evet, böyle söylemek doğru olamaz. Doğru olan şudur: Biz önümüze problem olarak çıkan meselelerimizi ya usulüne uygun içtihatlarla halledeceğiz (inşaî içtihat), ya da önceki içtihatlardan uygun olanı bulup onu alacağız (intikaî içtihat). Hiç birini yapamıyorsak suçu fıkıhta değil kendimizde arayacak ve daha çok çalışacağız çoook.