Darbe yiye yiye anlayacağız

04:0022/07/2016, Cuma
G: 13/09/2019, Cuma
Faruk Beşer

“Allah insanlara zerre kadar zulmetmez, lakin insanlar kendi kendilerine zulmederler”
(Yunus 10/44).


Bu hakikat bireyler için de, gruplar ve cemaatler için de, bütün bir insanlık için de geçerlidir.

“Başınıza her ne musibet gelirse

kendi yaptıklarınız sebebiyledir. Allah pek çoğunu da affettiği halde” (Şura 42/30).



Bu aynı zamanda cebri bir kader anlayışının bulunmadığını da gösterir. Yani kader bizi bir şey yapmaya zorlamaz, biz kendi irademizle hareket ederiz. Ama Allah için zaman söz konusu olmadığından bize göre gelecek olan her şey O'nun ilminde olmuş bitmiş ve yazılmıştır, yani kaderdir.



İslam ümmetini Allah ilkin okuma yazması olmayan, baldırı çıplak ümmi bir toplulukla oluşturmaya başladı ve onlar çok kısa bir zamanda kadim medeniyetleri yepyeni başka bir medeniyete çevirdiler. Bin yılı aşkın bir süre dünyaya hem hükmettiler, hem ilim, irfan, ahlak ve insanlık öğrettiler. Bendeniz sık sık şunu söylerim:

Eğer İslam ümmetinin böyle bir geçmişi olmasaydı biz bile Müslümanların bugünkü haline bakarak İslam'ın yüce bir din olduğuna inanamazdık.

Elbette o halden bu hallere düşmemizin ana sebepleri ve onların da pek çok alt sebepleri vardır. Bunların neler olduğu üzerinde durulmuş ve düşünülmüştür, durulmaya da devam edilmektedir. Ama geçmişe dönüp baktığımızda temel sebebin Resulüllah'ın şu hadisi şerifinde anlattığı şey olduğunu görürüz.



Hz. Ömer'in Mekke'ye vali atadığı Nâfi, Ömer'le görüşmek üzere gelir, Ömer sorar, vekâleti kime verdin? İbn Ebzâ'ya verdim der. Ömer, kim bu adam diye sorar. Azatlı kölelerimizden (mevali) biri, der. Yani yerine bir köleyi mi bıraktın diye tekrar sorar. Bunun üzerine Nâfi, efendim o Allah'ın kitabını okumasını bilen birisidir, farzların neler olduğunu da iyi bilir, deyince Ömer: Çok doğru, Resulüllah da şöyle buyurmuştu: “

Allah bu kitapla bazı kavimleri yüceltir, bazılarını da alçaltır

” (Müslim). Bize göre sebeplerin aslı budur. Bu sebebe bağlı ikincil, üçüncül… sebepler vardır.



Şimdi şu muhteşem prensibe bakın: “

Allah'a ve resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin yoksa korkar zaafa düşersiniz, rüzgârınız gider.

Sabredin, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir (Enfâl 8/46).



Rüzgârınız/rîhiniz; gücünüz, devletiniz, heyecanınız anlamlarına gelir.

Bu gösteriyor ki, Müslümanlardaki çözülüp dağılmanın, devletlerini bile kaybetmelerinin asıl sebebi Allah'a ve resulüne itaat etme yerine, sen haklısın ben haklıyım diye birbirleriyle çekişmeleridir.



Ve şu muhteşem prensip: “

Ey iman edenler Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin. Sizden olan ulü'l-emre de.

Bir konuda anlaşmazlığa düştüğünüzde, eğer Allah'a ve Ahiret Günü'ne imanınız varsa, onu Allah'a ve Peygamber'e havale edin. Bu daha hayırlıdır ve hakka isabette daha güzeldir (Nisa 4/59).



İşte meselenin püf noktası burasıdır. Çünkü bu ayeti kerime ümmetin arasındaki ihtilaflarda mezhep, meşrep grup ve cemaat görüşleriyle değil, Kur'an-ı Kerim ve sünnetin söyledikleriyle ittifak aranması gerektiğini anlatır.



Demek ki mesele Allah'a ve O'nun Resulü'ne itaat meselesiymiş. İyi de, onlardın ne dediğine kim karar verecek? Kitab'ın ve Sünnet'in söylediği açık ise zaten problem yok. Yoruma muhtaç ise, ya da aradığımızı onlarda bulamıyorsak o zaman da başvurulacak ve söylediğine uyulacak merci

Ulü'l-emr

'dir.

Ulü'l-emr

, ümmetin yönetimini hakkıyla elinde bulunduran ve Allah'ın Kitabı'nı bilip ona göre hareket eden meşru yöneticilerdir. Böyle idareciler yoksa o zaman da ulü'l-emr olma hakkı âlimlerin olur.



Ama Allah'ın, ihtilaf ettikleri meselelerde müminleri, âlimlerin rehberliğinde Kur'an-ı Kerim'e havale ederken bunu hep 'âlimler, rasihûn, istinbat gücüne sahip olanlar, ulü'l-emr, ulü'l-ebsâr' diye çoğul olarak zikretmesi de anlamlıdır. Hiçbir yerde 'bir âlime tabi olun' denmez. Resulüllah da “

müftüler sana bir fetva verseler bile sen bir de kalbine sor

” buyururken müşkilinizin halli için birden çok âlime sormanız gerektiğine işaret eder. Bu da yetmez, siz de bir insansınız, hiç ilminiz olmasa bile Allah'ın sizin içinize koyduğu vicdan terazisinin de bir derece yeri vardır, siz gassalin önündeki meyyit değilsiniz, denmiş gibidir.



İşte yukarıda sözünü ettiğimiz ana sebebin altındaki ikincil sebeplerden biri bizim âlimlere değil, sadece kutsadığımız birisine sormamız, sormak da ne demek, onun bize dikte ettiğinin yegâne hakikat olduğunu sanmamızdır. Oysa, eleştiriye açık şu benzetmemi mazur görün; insan, içinde adeta ilah geni taşıyan bir varlıktır. Kendi görüşüne mağrur ise, Âlim de olsa yüceltildikçe yüceltilmek ister,

Mehdi olur, Mesih olur ve kendisi bile tek başına kendisinin hakikatin yegâne ölçüsü olduğuna inanmaya başlar,

kinine, nefretine, ihtiraslarına, kısaca hevasına mağlup olabilir,

dünyanın hâkimi ben olacaktım, şimdi bana bir başka rakip çıktı diye küplere biner, ilmine rağmen sapar ve saptırır.

Allah korusun.



Meselenin özü bundan ibarettir, vesselam.


#Darbe
#Enfâl
#Şura