Din ve vicdan hürriyetinin her kültürde, her inanç dairesinde farklı bir serencamı var. Şu anda din ve vicdan hürriyeti sözünün Batı'da müspet bir tedaisi olduğu doğru ama bu, Hıristiyanlık tarihi boyunca böyle değildi. Kaldı ki, Batının son yüz yıldan beri din ve vicdan hürriyeti karnesindeki müspetliğin dini bir bakıştan kaynaklanmadığını da söyleyebiliriz. Ünlü Türkiyatçı ve inanmış bir Hıristiyan olan Jean-Paul Roux, Hıristiyanlık ve İslamiyet'in ta en başından bugüne kadar savaşını ele aldığı kitabı “Dinlerin Çarpışması”nda, günümüz Batı dünyasından “Hıristiyanlık-sonrası uygarlık” diye bahsediyor. “Günümüzde Hıristiyanlığın artık iktidarda olmadığının, Amerikalıların, Avrupalıların, Rusların... eski Hıristiyan kültür üzerinde bırakın hak iddia etmeyi, neredeyse bu kültürü reddettiklerinin farkındayım elbette” diyor. Ben de aynı kanaatteyim.
Her neyse; dinlerinin ateizm karşısındaki zafiyeti, Hıristiyanların düşünmesi gereken bir mesele… Şimdi İslamofobiklerin, İslam düşmanlarının ve onlara sürekli malzeme üreten Müslüman kılıklı terör örgütlerinin yaymaya çalıştıkları havanın ve bilginin aksine, din ve vicdan hürriyeti konusunda Müslümanların, özellikle Türklerin oldukça iyi bir sicile sahip oldukları konusunda aklı başında herkes mutabık. Bu hususta Yavuz Sultan Selim Han döneminde yaşanan bir vakanın ayrıntısını ayaklı kütüphanelerimizden biri olan dostum İsmail Küçükkılınç'tan öğrendim. Sizinle de paylaşmak isterim.
Namık Kemal, Evrak-ı Perişan'da şöyle anlatıyor: “Sultan Selim… Rumeli hududu dahi karışmış olduğundan donanmanın tezyidini emretmişti. Diğer taraftan ise Hıristiyanların bazı ahvalinden şüphelenerek ve İspanyolların Endülüs'teki İslam'a vuku bulan taadiyyat-ı mel'unelerinden dolayı da pek ziyade dağdâr (yaralı, müteessir) olduğundan hem mülkünün asayişini temin etmek ve hem de gurbetteki dindaşlarının hafif olsun bir intikamını almak için edyan-ı saire eshabının kâffesini (diğer dinlere mensup olanların tamamını) İslam etmek tasavvuruna düşerek buna çare olmak üzere kiliselerin camiye tahvil olunması ve papazların tardiyle çocukların İslam mekteplerinde terbiye edilmesini ferman eyledi.”
Devamında, Namık Kemal'in Vükela'nın gayrı-Müslimlerden sağlanacak gelirin azalması konusundaki uyarısı üzerine, Sultan'ın “yalnız bir takım kiliselerin camiye tahviliyle iktifa etti” dediğini görüyoruz. Ama işin aslının pek öyle olmadığını, Misak-ı Milli'yi kaleme alan, Türk Lügatı'nın ve 2 ciltlik Nuru'l-Beyan unvanlı meal-tefsirinin müellifi ve Meşrutiyet Devri İslamcılarından olan Hüseyin Kazım Kadri, anlatıyor. Fermanda müşterek lisan olarak Arapça öğretilmesi şart koşulmuş. Fermanın hayata geçmemesinin sebebi ise Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi'nin dine mugayir olduğu gerekçesiyle fetva vermemesiymiş. Çok ağır konuşuyor Kazım Kadri, Zenbilli hakkında: “Zenbilindeki bir-iki köhne kitaptan başka kafasında bir hakikat fikri taşımayan… Zenbilli Ali Efendi, cahilane ve mütecahilane bir fetvasıyla, şan ve şeref ile dolu bir varlığın zeval ve helakine sebep olmuş”tur. (Hüseyin Kâzım Kadri, Bir Milletin Dirilişi, Pınar Yayınları, 2008, s.40). Şerif Güralp'in anlattığı bir anekdot da (Dinler Devrimler, İstanbul: Yeni Doğuş, 1961, s.26-27) bu minval üzere: Bir Bulgar mütefekkiri, Balkan Harbi esnasında esir düşen Türk subayı ile sohbetinde şöyle söyler: “Hep kabahat o meşhur Zenbilli Ali Efendi'nindir. Padişahın emrini önlemeseydi dedelerimiz ya İslâmiyet'i kabul edeceklerdi, o takdirde bu ülkelerde kardeş olarak sakin yaşayacaktık yahut kabul etmeyerek mahvolacaklardı, o halde biz dünyaya gelmeyecektik ve birbirimizle uğraşmayacaktık.”
Böylece anlaşılıyor ki, Balkanları Müslümanlaştırma projesi siyaseten Yavuz Sultan Selim Han'a uygun geldiği halde, Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi buna müsaade etmemiş. Özellikle Balkan Harbi şartları altında yaşanan acı ve ıstıraplar, bazı münevverlerimizin aklına hep Zenbilli Ali Efendi'yi getirmiş ve yaşanan zorlukların müsebbibi olarak kendisini gördüklerinden hep ona sitem etmişler. Sevgili dostum İsmail Küçükkılınç da Şeyhülislam'da kabahat bulanlar arasında. Lakin ben aksini düşünüyorum. Zenbilli Ali Efendi sayesinde bugün din ve vicdan hürriyeti için ille de Batıdaki gibi seküler bir bakışın şart olmadığından, İslam medeniyetinde tüm inançların güvence altına alındığından daha kolayca bahsedebiliyoruz. İslam inancının, reel-politiğin acımasızlıklarına karşı insanlığın yanında saf tuttuğunu tarihe dayalı bir güvenle anlatabiliyoruz.
Zenbilli Ali Efendi'yi nesiller boyu anlatılagelen bir başka hatırasını aktararak yâd etmiş olalım. Nakledilir ki: Kanûnî Sultan Süleyman, Topkapı Sarayı'nın bahçesindeki meyve ağaçlarını karıncaların sarması üzerine, kurtulmak için çare araştırır ve ağaçların gövdelerine kireç dökülürse meselenin çözüleceğini öğrenir. Fakat Şeyhülislam'dan izin alması lazım gelir. Sualini şiirleştirerek bir beyitle Zenbilli Ali Efendi'ye sorar: “Dırahtı (ağacı) sarmış olsa eğer karınca/ Zarar var mı karıncayı kırınca.” Zenbilli Ali Efendi, padişahın bu zarif ifadesine aynı zariflikte bir beyitle karşılık verir: “Yarın divânına Hakkın varınca/ Süleyman'dan alır hakkın karınca.”