Bir an için ölümün olmadığı, bilinçte faniliğin yer almadığı sonsuz bir hayat tasavvur etsek, her şeyin anlamsızlaşacağını hemen hissederiz. Filozof Nietzsche, varoluşun ebedi kum saati, her bitişinde tekrar geri çevrilse, bu durumun bizim için ne kadar ıstırap yaratacağını anlatır. Hayatın anlamlı hale gelmesi, ancak bir fanilik bilincinin becerisi sayesinde mümkün... Ölüm inkârdan gelindiğinde zihnimiz daralır; insan kaderini örten, varoluşunun, yaşantısının gerçekliğini reddeden bir konuma sürüklenir. İyi bir hayat yaşamamasının nedenlerini hep kendi dışımızda arar, sorumluluk anlayışı güdükleşir. Oysa fanilik bilinci, bizi önemsiz kaygılara odaklanmaktan kurtararak daha canlı ve erdemli bir hayata yöneltir. Faniliğimizi anladıkça “ölüm borcundan kurtulmak için yaşam kredisini reddeden” kişi olmaktan vazgeçeriz.
Ölümü düşünmek, sanılanın aksine tam tersi bir etkiye yol açar. Düşüneni karamsarlığa itmek yerine, hasbi yaşantılar içerisine katar, kendisine getirir. Bu nedenle dini çağrılar, ölüm odaklı olarak kurulmuş; İslamiyet'te her bireysel ölüme “küçük kıyamet” denmiştir. Hz. Muhammed (sav) “Ölenin kıyameti kopmuştur” buyurmuştur.
Ölümü düşünmek böylesine sağaltıcı ama kabul etmeliyiz ki bu konu biraz karışık. Zira “ölüm” dediğimizde zihnimize birçok imge doluyor, hepsi birbirinin içine giriyor. Bunları iyi ayırt edemezsek, ölümü düşünmenin niye iyi olduğunu anlatamayız. İnsanlar bırakın ölümü düşünmenin olumlu etkilerini yaşamayı, “ölüm” dendiğinde ilk anda ürperirler. Tabii ki ölüm, korkutucu; ölüm korkusu, hayli insanidir.
Başkalarının, özellikle kendisi için önemli olan kimselerin ölümleriyle ilgili korkuları dışlayıp yalnızca insanın kendisiyle ilgili yaşadığı korkuyu dikkate alırsak, ölüm korkuları, üçe ayrılabilir. “a) olay olarak ölümün kendisinden, (nasıl can verileceğinden, ölüm sırasında denetimin kaybedileceğinden, toprağın altında ne yapılacağından vs.) b) ölümden sonra bu dünyada geride kalanlara veya öbür dünya hayatında neler olacağından, bilinmezlikten c) ölümün gelmesiyle artık var olunamayacağından” korku... Beklenmedik bir şekilde ölümle yüz yüze geldiğimizde, birisi bizi ölümle tehdit ettiğinde, ölüm gerçek bir tehlike olarak karşımıza dikiliverdiğinde tüm bu korkular, dehşetengiz bir biçimde yaşanır. Ama henüz ölümün soğuk nefesini hissetmiyorken yukarıda saydığımız ölüm korkularından ilk ikisi, doğrudan ölüm korkusundan ziyade ölümle ilgili korkulardır. İlahiyatta ve felsefede “ölüm korkusu” dediğimizde ise kast olunan üçüncüsüdür. Yani varlığın sona ermesinden, ölümün insan için kaçınılmaz bir son olduğundan duyulan bunaltı, endişe... Bizi ölüm bilincine ulaştıracak ya da ölüm gerçekliğinden kaçıracak olan da işte bu endişedir.
Ölüm endişesini, somut ölüm korkusu olarak değil, nedenini çoğunlukla bilmediğimiz bir endişe, kaygı hali olarak yaşarız. O hep içimizde taşıdığımı, arada bir sökün ediveren bir hissiyattır. Geçici ölüm korkularından farklı olarak süreklidir ama her zaman kendisini belli etmez, denizanası gibi açılır kapanır, bir görünür bir kaybolur. İlk iki ölüm korkusu ise, belli ölçülerde her insanda olabilecek normal bir insanlık halidir, ender durumlarda bir hastalık tablosu olabilecek kadar yoğun olarak yaşanabilir. Panik bozukluğu gibi bazı psikolojik rahatsızlıklarda ölümden somut korku çok ama çok artar. Sanki kısa bir süre sonra ölecekmiş gibi hissederiz. Bu arada, inançlı insanlarda görülen, son nefesini bilinci açık bir biçimde imanlı olarak verememek, kabir azabından ürkmek gibi korkuları da normal ölüm korkuları içinde değerlendirmek gerekir.
Elbette tüm canlılar gibi, ölüm bilincine sahip olsun ya da olmasın tüm insanlar, yaşamlarının sürmesini, üstlendikleri sorumlulukları yerine getirebilmeyi isterler, bir anda üzerlerine çullanıverecekmiş gibi gelen ölümden korkarlar, kaçarlar. Ölüm, bir caninin tehdidi, hiç beklenmedik bir kazanın ürperticiliği, bir doğal afet şeklinde geldiğinde, var kalması tehlikeye düşen, ölüm tehlikesiyle yüz yüze kalan herkes korkar ve haklı olarak can havliyle kaçmaya çalışır. Can çekişme sırasında, ölümün geldiği hissedildiğinde de, yaşamın son anlarında korku duyulması gayet normaldir. Bu korkuda tartışacak hiçbir yan yoktur; tamamen var kalma refleksiyle ilgili, anlaşılabilir bir durumdur.
Ta derinden hissettiğimiz, içimizde hep var olan ölüm korkusuyla kast ettiğimiz ise, bunlar değil. Dünyanın tapusunun bize ait olmadığı, ayağımızın altındaki zeminin her an kayıvereceği, buranın tekinsiz bir yer olduğu hissi, varoluşsal bir endişedir anlatmaya çalıştığımız. Bir gün ama belirsiz bir gün, var olamayacağımızı bilmemizden kaynaklanır bu endişe. Ölüm bilinci, faniliğimizi bilerek yaşamak sayesinde hem bu endişe yatışır hem hayat anlam kazanır, güzelleşir.
Ölümün herkes için kaçınılmaz son olmasına rağmen bitiş olmadığına inanan, bir ölüm haberi aldıklarında “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah'a aidiz ve şüphesiz O'na döneceğiz” (Bakara 2/156) diyen Müslümanlara, bu söylediklerim kuru yavan gelmiş olabilir. Haklılar.