Despotik bir rejime doğru mu gidiyoruz?

04:0020/09/2015, الأحد
G: 13/09/2019, الجمعة
Erol Göka

Otorite, insan-insan, toplum-devlet ilişkisinin olmazsa olmazı; gönüllülük, rıza, tasdik esaslı olarak meydana çıkıyor ve hak ediliyor. Modern zamanlarda devlet-toplum ilişkisinde sağlıklı bir otorite inşası, demokrasi sayesinde sağlanabiliyor. Demokrasi, yurttaşların yönetme, gücü kullanma, adaleti dağıtma yetkisini (otoriteyi) gönüllü biçimde devretmesinin günümüzde en iyi yöntemi. Demokrasinin karşı-kutbunda egemenliğin baskı, tahakküm ve manipülasyonla sürdürülmeye çalışıldığı, irrasyonellik

Otorite, insan-insan, toplum-devlet ilişkisinin olmazsa olmazı; gönüllülük, rıza, tasdik esaslı olarak meydana çıkıyor ve hak ediliyor. Modern zamanlarda devlet-toplum ilişkisinde sağlıklı bir otorite inşası, demokrasi sayesinde sağlanabiliyor. Demokrasi, yurttaşların yönetme, gücü kullanma, adaleti dağıtma yetkisini (otoriteyi) gönüllü biçimde devretmesinin günümüzde en iyi yöntemi. Demokrasinin karşı-kutbunda egemenliğin baskı, tahakküm ve manipülasyonla sürdürülmeye çalışıldığı, irrasyonellik ve keyfiliğin gırla gittiği otoriteryen rejimler var. Vesayetçilik ise, yurttaşlara değer veriyormuş gibi görünmesine rağmen, akıl baliğ hale gelmiş evladına söz hakkı vermeyen ebeveyn gibi kararları onlara bırakmayan sistem…

Elbette farklı tanımlarla farklı tasnifler mümkün. Yeni tanımsal çerçeveden cumhuriyet siyasi tarihimizi üçe ayırabiliriz: Birincisi, nispeten demokratik özellikler gösteren kuruluş yıllarının ardından, ilk adil seçimlerin yapıldığı 1950'e kadar olan dönem. Bu dönemde, bariz bir otoriteryanizm, resmi ideolojisi ve her türlü despotizmiyle memleketi kasıp kavuruyor. Sünni ve Türk çoğunluğa dayalı bir yönetim varmış gibi gösterilmesine rağmen, icraatların Sünnilikle ve Türklükle kabili telif değil. 1950'den 12 Eylül 2010 Referandumu'na kadar olan ikinci dönemde ise kâh parlamenter demokrasi kılığında kâh açık veya örtük darbe yönetimi biçiminde vesayet sistemi sahne alıyor. Üçüncü ve son olarak, “post-Kemalist dönem” diyebileceğimiz 2010'dan günümüze kadar olan sürede yaşananlar geliyor...

Otoriteryanizmden vesayet sistemine geçiş, kimilerinin sandığı gibi uluslararası konjonktürün icbarı neticesi olmadı. Halk, bariz bir isyan tavrı göstermedi doğru ama gönüllü rızasını almadan icrai hükümet eden yönetimden hoşnutsuzluğunu her fırsatta belli etti. Yeni sistem arayışı, asıl olarak bu hoşnutsuzluktan kaynaklandı. Sandıkta iradesini sergileme fırsatını elde eden halk, kıskançlıkla bu hakkını sahiplendi, kendisini temsil edebileceklerini düşündüklerini iktidara taşıdı. Vesayetçiler, demokrasinin tiyatrosu diyebileceğimiz bu duruma dahi katlanamadılar, gücü tamamen yitireceklerini anladıkları anlarda darbeye başvurdular.

Tarihe belli bir nesnellikle yaklaşabilen ve demokrasiye müspet bakan hemen herkesle ilk iki dönem hakkında, şöyle ya da böyle bir fikir birliği sağlayabiliriz. Ama 2010 sonrası dönemde neler olduğunun mütalaası konusunda bazılarıyla anlaşmamız imkânsız. Çünkü onlar bu son döneme bakarken, otoriteryan ve vesayetçi dönemleri savunanlarla benzer bir dil kullanmaya başlıyorlar. Demokrasiyi içine bir türlü sindirememiş olanlarla aynı hizaya geçip avazları çıktığı kadar “diktatör” diye bağırıyorlar. Kimlerle aynı karede yer aldıklarına bakmadan hızla demokrasiden otoriter bir rejime doğru kaydığımızı söylüyorlar. Otoritenin felsefesinden yola çıkan yeni bir tartışma perspektifi sunmaya çalışma nedenim, gerçekten demokrasiye değer verdiklerini ve iyi niyetli olduklarını sandığım böyle kimselerle makul bir zeminde konuşabilmenin bir yolunu aramak…

İmparatorluk bakiyesi, farklı etnik özelliklerden ve inanç kümelerinden oluşan toplumumuz, istiklalinin ve varlığının teminatı olan cumhuriyeti kurdu. Sonra, kendisine en çok uyan, otoriteyi gönüllü olarak devredebileceği bir yönetimin arayışı içine girdi. Sırasıyla önce otoriteryanizmi, daha sonra vesayet sistemini reddetme basiretini gösterdi. Ak Parti'nin Avrupa Birliği uyum yasalarını eksen yaptığı demokratikleşme ve açılım hamlelerini canı yürekten destekledi. Modern zamanlarda sağlıklı otorite inşasının en emin yolunun demokrasi olduğunu kavradığını partilere ve sandığa sahip çıkarak belli etti. Vesayet sistemini ayakta tutmak için yeniden otoriteryanizmi devreye sokan darbe dönemlerine rağmen her seferinde demokrasiyi güçlendirme hedefine yöneldi.

Vesayet sisteminden güçlü bir demokrasiye geçmek, öyle bir anda olacak bir iş değil. Yeni bir anayasa olmadan sistemin tam olarak değiştiğini de söyleyemeyiz şüphesiz. Otoriteryan dönemleri özleyen, çıkarlarını eski sistemde gören, demokratik değişime direnenlerin, endişesi umuduna galebe çalan toplum kesimlerinin desteğini almaya çalıştıkları, ortada. Daha önümüzde yürümemiz gereken bir hayli yol olduğu da besbelli. Tüm bunları görüyorum ama neden sizin hala değişim diyenlerle değil de demokrasiyle aralarında hep mesafe olanlarla aynı hizaya geçtiğinize “sekülerlik” dışında cevap bulamıyorum. Anti-demokratik gelişmeler diye sunduklarınıza baktığımda, esasa taalluk etmeyen bazı siyasi söylemler ve paralel yapıya ve bölücü teröre karşı alınan önlemler dışında bir şey göremiyorum. Size samimi iki sorum var: Öncelikle, “Despotizme doğru gittiğimiz iddianız, toplumun demokrasi mücadelesini ve seçimlerle defalarca teyit ettiği gönüllü rızasını, aklını hiçe saymak olmuyor mu?” diye soruyorum. İkincisi, diyelim ki başarılı olundu, Ak Parti'nin yer almadığı, otoriteryanizmle ilişkileri açısından sicilleri çok iyi olmayan partilerin katılımıyla bir blok hükümeti kuruldu. Biriniz, bana böyle bir hükümetin, demokrasimizi nasıl güçlendireceğini tane tane anlatabilir mi?
#Vesayet sistemi
#sekülerlik
#Despotizm