Aliya İzzetbegoviç'in siyasi yürüyüşünü, nerede, ne zaman, ne söyleyip ne yaptığını artık iyi biliyoruz. Şimdiye kadar onun hep muhteşem kişilik özelliklerini, Avrupa tarihi ve coğrafyası içinde, sosyalist bir kültür ikliminde şekillenen Müslümanlığının zarafetini ele aldık. Kendisini öncelikle insan olarak gördüğünü ve Batı'dan ve Doğu'dan insanlık için düşünmüş, emek vermiş herkesin çabasını sahiplendiğini, sadece Müslüman Boşnaklara değil, tüm Yugoslavya'ya, İslam dünyasına ve insanlığa hitap etmeye çalıştığını vurguladık. Yarın, O'nun ölüm yıldönümü. Bu vesileyle ve onu bir Allah kulu olarak biraz daha yakından tanımak, daha iyi anlayabilmek için, Rahmetli İzzetbegoviç'e bir de psikolojiden bakmak, bir Boşnak dergisi için hazırladığım psikobiyografisini, kısaltarak dört yazı halinde yayınlamak istiyorum.
“Bosna'nın en büyük iki nehri olan Bosna ve Sava'yı gören bir evde dünyaya geldim. Ben iki yaşındayken, ileride okula devam edeceğim Saraybosna'ya göç ettik... Geniş bir aileye mensuptum. Babamın annemden beş çocuğu vardı-üç kız iki erkek. Benden büyük iki kız kardeşim, babamın ilk evliliğinden olan iki üvey erkek kardeşim var. İlk eşi ölünce annemle evlenmiş...”
Psikolojiden baktığımızda, Aliya'nın kendi hayat hikâyesini anlattığı bu tür sözleri, onun siyasi düşünceleri, eylemleri ve entelektüel çabası kadar mühim. Bu ifade de ilk görülen, yurt sevgisini ve bir arada yaşamanın şart olduğunu ve emek gerektirdiğini öğreten bir coğrafya ve aile ortamı. Ben ayrıca, ikinci eşten doğan bir çocuk olmasını, iki kız kardeş ve üvey de olsalar iki abiden sonra dünyaya gelmesini çok önemsiyorum. Bunlar; insanın kaderinin, cinsiyetinin kendi elinde olmadığını küçücükten anlamaya yarayan, cinsiyetçi eğilimleri törpüleyen, barışçılığın tohumlarını atan ortam özellikleri...
“İstanbul'da askerlik hizmetini yapan büyükbabam, Üsküdar semtinde doğmuş olan Sedika adında genç bir Türk kızıyla evlenmiş. Babam Türkçeyi biraz anlar ama hatırlayabildiğim kadarıyla konuşamazdı. Bu durum, hiç Türkçe bilmeyen ve bu nedenle de kendisini bu konuşmalardan dışlanmış hisseden annemi zaman zaman rahatsız ederdi.”
Zaten kendisini hep Osmanlı hisseden Müslüman Boşnak dünyasında, ayrıca bir de böyle bir biyografiye sahip olmak, onun entelektüel ve siyasi her tavrında, bir damga gibi hep kendisini hissettirecekti. Babaanne Sedika (kan bağı), İstanbul (ana başkent ve İslam kültür mirası), Türkçe (bilinmek istenen, hasretin gergefi, kültürel olmasının yanı sıra kısmen biyolojik kardeşliğin simgesi)... Osmanlı, İstanbul ve Türkler, Aliya'nın yürüdüğü çizgide hep yol gösteren istikamet taşları olarak kaldı.
“Çocukluğum babamın hastalığından müteessir olarak geçti. I. Dünya Savaşı'nda Piava'daki İtalyan cephesinde ağır yaralanmıştı. Bu daha sonra bir tür felce dönüştü; bu yüzden hayatının son on yılı kısmen yatağa bağlı olarak geçti. Rahmetli annem ona büyük bir özenle baktı ve hatırı sayılır bir özgürlük içinde büyümekte olan biz çocuklar da elimizden geldiği kadar ona yardım ettik.
Babamın ailesi bir zamanlar çok zenginmiş. Kendisi de Bosancki Samac'da tüccarlık yapıyordu fakat garip koşullar içinde işi kısa zamanda battı. Hayatın bizler için daha zor olduğu Saraybosna'ya göçtük; fakat burada olmanın en azından eğitim alma imkânı gibi bazı avantajları vardı...”
Aliya'nın babasının sağlık ve maddiyat açısından inişe geçen durumu ve çocukluk yaşantıları sırasında “baba” imgesinin ruhuna nakşoluş biçimi de yönelişinde büyük bir tesir yaptı. Bir kahramanın, zengin bir insanın yardıma muhtaç hale düşmesi... Babanın yerini doldurmaya çalışan bir anne olmakla birlikte ortaya bir boşluğun çıkması, zira annenin bu görevi deruhte etmek bir yana, babaya bakım için çocuklarından yardım istemek zorunda kalması… Anne ve çocuklar arasında, baba boşluğundan ve yardım arayışından kaynaklanan sorunların ahenkle aşılması, elbirliği ve dayanışma içinde tüm dertlerin çözülebileceğinin görülmesi… “Kadere isyan etme ama mücadele et. Kimin başına yarın ne geleceği hiç belli değil. Hep hazır ve azimli ol. Mümkün olan herkesle dayanışarak barış içinde yaşamaya çalış” diye fısıldadı hep hayat, Aliya'nın kulağına.
“Rahmetli annem çok dindar bir kadındı ve dine bağlılığımı –en azından kısmen- ona borçluyum. Sabah namazlarına hiç aksatmadan tam vaktinde kalkar ve beni de kaldırırdı, ki ben de Belediye Binası'nın yakınındaki mahalle camisine gidebileyim. 12-14 yaşlarındaki bir çocuk olarak, doğaldır ki, kalkıp kalkmamak konusunda tereddüt ederdim ama özellikle bahar sabahlarında eve hep mutlu dönerdim...”
Anne, zorlu hayat şartlarında dine tutunmuş ve bununla kalmayıp dünya hayatında en emin yolun İslam'ın öngördüğü biçimde yaşamak olduğunu çocuklarına ve Aliya'ya tatlı bir sertlikle öğretmek, benimsetmek için elinden geleni yapmış. Anne, hayat ve çocuklar arasındaki hayranlık verici dayanışmanın tutkalı, meğer inançlardan tedarik ediliyormuş.