Bu tanımı genç bir sosyolog ve akademisyenden duydum. Hem de bizim camianın içinde yetişmiş, yaklaşık dokuz yıldır gençlerle özellikle de zor denilen gençlerle çalışan bir araştırmacıdan duydum.“Muhafazakâr kesim” olarak çocuklarımızı “din yorgunu” yaptık derken verdiği örnekleri dinlerken; üst akıl, büyük resim gibi tanımlara takılıp elimizden akıp gidenleri görmemişiz duygusuna kapıldım.Bu kavramı öyle olaya başka mahalleden bakan, dışarıdan birinden duysam bakışım farklı olurdu elbette. Ama bunları
Bu tanımı genç bir sosyolog ve akademisyenden duydum. Hem de bizim camianın içinde yetişmiş, yaklaşık dokuz yıldır gençlerle özellikle de zor denilen gençlerle çalışan bir araştırmacıdan duydum.
“Muhafazakâr kesim” olarak çocuklarımızı “din yorgunu” yaptık derken verdiği örnekleri dinlerken; üst akıl, büyük resim gibi tanımlara takılıp elimizden akıp gidenleri görmemişiz duygusuna kapıldım.
Bu kavramı öyle olaya başka mahalleden bakan, dışarıdan birinden duysam bakışım farklı olurdu elbette. Ama bunları anlatan içimizde yetişmiş, bu mahallenin babalarını da annelerini ve çocuklarını iyi tanıyan bir akademisyendi.
Bu yazıya sebep sadece dinlediklerim değil elbette! Dindar kesim olarak bizim çocuklarımızda oluşturduğumuz ruh haline olan tanıklığım da doğrusu bu yargıyı pekiştiriyor. Bir haftadır bu kavram zihnimde dönüp duruyor. Ne yaptık da bunu başardık anlamaya çalışıyorum.
Gençlere kızmak dururken kendi hatalarımızı odağa almamın ise çeşitli sebepleri var.
Efendim işin özü şu. Bugünün ebeveynleri olan bizim kuşak 70-80’li yıllarda gençliğini geçirmiş ya da daha öncesinde… İnançlarını yaşamak için mücadeleler vermiş… İdeolojilerin hâkim olduğu dönemin içinde, tek tip bir ideolojik şartlanmanın tezgâhında ama buna reaksiyon duyarak gelişmiş… Henüz ışığın parçacıklı yapısının, fuzzy mantığın, atom altı parçaların, quarkların pek de konuşulmadığı dönemlerde zihin dünyaları şekillenmiş.
Doğrular tek, yanlışlar tek. Teknoloji bile siyah beyaz... Din de toplumun aşağı tabakalarına layık görülen bir sınıfsal tanım içine hapsedilmiş. Bizim kuşak bu çemberlerin hepsini birden dava iştiyakıyla kırmaya çalışmış ve başarmış da! Ayrıca dönemin gencinin bu bariyerleri aşmaya çalışmak ve kendi benliğini bulmak için idealist olmaktan başka şansı da yokmuş. Bir davası var, mefkûresi var, düşmanları var. Bugün ise hak-batıl tanımları aynı kalsa da tüm bu parametreler değişmiş. Bizim çocuklarımız bu değişen parametrelerin içinde büyüyor. Parçalı gerçeklik diyorlar çağın kavramı “Post truth” için…
Doç. Dr. Ömer Miraç; bu koşullarda yetişmiş babaların, annelerin ve öğretmenlerin çocuklardan beklentileri çok fazla olduğu için onlara çok fazla dini yükleme yaptıkları kanaatinde. Oysa bugünün gencinin mücadele ettiği, aşmaya çalıştığı çemberleri bambaşka. Dava adamı olmak istese de bu kavram artık o dönemki bağlamını yitirmiş… İlla ki ondan Necip Fazıl–Sezai Karakoç okuması bekleniyor. Muhafazakâr camiada kitap hediyesi denince akla Sezai Karakoç geliyor. Kaç genç bu kitapların kapağını açıyor bakmak lazım.
Vakıf ve derneklerimiz ise gençleri babalarının formatına sokmaya çalışıyor ve bu format onlara göre değil.
Vakıf ve derneklerimizin çoğu bunun farkında değil. Hâlâ onlar her şeyi biliyor, hâlâ toplum ateist, günahkâr, sapık, dünyevi… “Gençler ise onlarla aynı fikirde değil. Kaybediyoruz genç kuşağı. Gönlümüzde kimseye yer yok, çocuklarımıza bile!” diyor.
Doğrusu her bir cümle tokat gibi geldi. Artan bağımlılık, şiddet ve gençlik sorunları üzerine görüş alırken aynada yansıyan hatalarımızla yüzleşmek zor! Belki de bugün hepimize hâkim olan “İslâmî serüven kırılıyor” duygusunun sebebi de bu!
Elbette bu kırılmadan umutsuzluğa düşmemek gerekiyor. Ömer Miraç da bu kanaati taşıyor, “Yerinize dimağı açık çok güzel gençler geliyor” diyor…