Türkiye’deki yerli, kökü tarihin derinliklerinde olan tarikat ve cemaatleri salt birer dini yapılanma, dini örgütlenme olarak görenler fena halde yanılıyorlar. Anadolu’nun ve Balkanların Müslümanlaştırılması eli kılıçlı alperenlerin fetihleriyle değil, onlardan önce sınır bölgelerine, uçlara yerleşen dervişlerin cesur ve fedakâr gayretleriyle mümkün olmuştu. Harezm’de, Maveraünnehir’de, Türkistan’da, Horasan’da; Buhara, Semerkant, Yesi, Herat, Bağdat gibi şehirlerin medreselerinde eğitimlerini tamamlayan
Türkiye’deki yerli, kökü tarihin derinliklerinde olan tarikat ve cemaatleri salt birer dini yapılanma, dini örgütlenme olarak görenler fena halde yanılıyorlar. Anadolu’nun ve Balkanların Müslümanlaştırılması eli kılıçlı alperenlerin fetihleriyle değil, onlardan önce sınır bölgelerine, uçlara yerleşen dervişlerin cesur ve fedakâr gayretleriyle mümkün olmuştu.
Harezm’de, Maveraünnehir’de, Türkistan’da, Horasan’da; Buhara, Semerkant, Yesi, Herat, Bağdat gibi şehirlerin medreselerinde eğitimlerini tamamlayan dervişler, orduların henüz giremedikleri uçlara postlarını sermiş, alperenler gelmeden önce gönülleri fethetmiş, kalpleri yumuşatmış, zemini hazırlamışlardı. Yesevilik, Nakşibendilik, Mevlevilik, Ekberilik, Kübrevilik, Aşıkilik, Sühreverdilik, Kalenderilik, Kadirilik, Rüfailik ve daha nicesi maldan, mülkten, dünyevi her şeyden el ve eteklerini çekerek, geri dönmeyi asla düşünmeyerek hep ileriye gitmişlerdi.
Tarikat ve cemaatleri Anadolu ile Balkanları sadece İslamlaştıran organizasyonlar olarak görmek de yanıltıcı olacaktır. Bugün eğer bir yurdumuz, vatanımız varsa, istiklal içinde bayrağımız özgürce dalgalanabiliyor, dilimizi yaşatabiliyor ve konuşabiliyorsak, topraklarımızda ezan okunuyorsa, milletimiz parçalanmadan, çatışmadan bir arada durabiliyorsa, bu, hiç tartışmasız, o yerli cemaat ve tarikatların sayesindedir. Cemaat ve tarikatlar Anadolu’yu fethetmekle kalmamış, Anadolu’nun var olmasını, ayakta ve diri kalmasını da sağlamışlardır.
Cemaat ve tarikatların dini yaklaşımları, parasal faaliyetleri, siyasete yaklaşımları, kimilerinin çürümesi ve yozlaşması elbette tartışılabilir ama gerçek olan şu ki, dün olduğu gibi bugün de milletimizi, toplumumuzu ayakta tutan bu organizasyonlardır.
Cumhuriyetle birlikte cemaat ve tarikatlara yönelik hasmane tutum, özellikle tekke ve zaviyelerin kapatılması girişimi hedefine ulaşsa, başarılı olsa, bugün bir milletten, özellikle de Müslüman bir milletten söz etmek belki de mümkün olmayacaktı. Yasaklama ve kısıtlamalar “Anadolu’nun ruhunu” silip atamadı ama yer altına, merdiven altına sürükledi ve denetimsiz bıraktı.
Tekrar edeyim: Dini, parasal ya da siyasi faaliyetleri tartışılabilir, konuşulabilir, eleştirilebilir ama bugün İsmailağa gibi, Menzil gibi büyük yapılanmalar ya da samimiyetinden ve yerliliklerinden şüphe duyulmayacak irili ufaklı örgütlenmeler sessiz, derinden ve kendilerini çok da fark ettirmeden toplumu, sosyal hayatı, birliğimizi, bütünlüğümüzü, imanımızı, ahlakımızı ayakta tutuyorlar.
Kemalist tayfa, cemaat ve tarikatların tarihte ve bugün nasıl bir fonksiyona sahip olduklarını göremiyor olabilir ama “elin gâvuru” bunu çoktan fark etti ve uzun zamandır bu yapılanmaları yıpratmak için operasyonlar yapıyor. Bir ABD yapımı olan, ABD’den yönetilen ve var olduğu her yerde ABD çıkarları için çalışan Fetullahçılığın, dini bir yapılanma görüntüsüyle toplumun, milletin imanının, devletin ayarlarıyla nasıl oynadığını hepimiz gördük. En çok da Türkiye’deki yerli cemaat ve tarikatlara savaş açarak onları nasıl bozmaya kalkıştığına şahit olduk. Fetullahçılığın toplumun, özellikle de gençlerin imanında açtığı hasarın bugün nelere yol açtığını da üzülerek müşahede ediyoruz: Ateizmin, deizmin geçmişe nazaran daha görünür olması ya da Budizmin, Hinduizmin, yoga, reiki, çakra, enerji, guru, mantra gibi kavramlarının artık geniş kesimlerde karşılık bulması, çoğu da dolandırıcılık için kullanılan Batılı seküler modern tarikatların Türkiye’de epeyce takipçi bulması oluşan boşluğu ve bu boşluğun nasıl dolmaya başladığını gösteriyor.
Çarşamba günü, İstanbul’da, İsmailağa Camii bitişiğindeki sohbet salonunda, bir grup gazeteci arkadaşla, cemaatin önde gelen isimleri, Abdullah Kılıç, Muhammed Fatih Ustaosmanoğlu ve Salih Topçu’nun güzel sohbetlerini dinledik.
İsmailağa, Türkiye’nin en çok gönüllüsü olan cemaati ve yukarda anlatmaya çalıştığım mahiyette, devleti, milleti, iman ve ahlakı ayakta tutmak için fedakârca çalışan bir cemaat. Ne var ki cemaat geçmişte bazıları da kanlı saldırılara maruz kaldı ve bugün de bir bölünmenin eşiğinde. Din âlimi maskesiyle kanal kanal dolaşıp “şovmenlik” yapan Cübbeli lakaplı şahıs üzerinden cemaate yeni bir operasyon çekiliyor.
Abdullah Kılıç Hocaefendi, İsmailağa’yı 10 parçaya bölme planının eskiden beri devrede olduğunu, bugün yaşananların da o planın parçası olduğunu ifade ediyor.
İsmailağa’ya ya da diğer yerli, temiz cemaatlere operasyon çekmek için çok neden var. Abdullah Hocaefendi’nin deyimiyle “Şia” bunlardan biri. FETÖ boş durmuyor. Fatih ilçesinin dokusunu değiştirme arzusu bir başka önemli sebep. Ama en mühimi, bu cemaatler yıkıldığı zaman milletin yıkılacağını bilen, saldırılarını cemaat ve tarikatlara yönelten İslâm ve Türkiye düşmanı odaklar.
Anadolu’da İslâm’ın en muhkem kalelerine operasyon yapılıyor. Bu, hiç tartışmasız, bir milli güvenlik sorunudur. Zira İsmailağa ve benzeri temiz, samimi, yerli yapılar yıkıldığında, millet ve hatta devlet tamamen savunmasız kalacaktır.
Bu kirli operasyonun maşalarından elbette insaf beklenemez ama bu maşaların arkasına takılanlar inşallah insafla, en çok da akılla hareket ederler ve bir cemaati böldüklerini değil, Anadolu’nun muhkem bir kalesini yıktıklarını anlayıp yanlış yoldan dönerler.