Zor bir coğrafyada yaşıyoruz.
Toplumsal mutabakatlara ilişkin derin sorunlarımız var, Kürt sorunu, yasakçı uygulamaların, kamu alanında değer görünümü ve paylaşımı tartışmalarının yarattığı (Gezi hadisesi de bunlardan birisiydi) 'taraflaşma' bu açıdan ülkenin değişmeyen meseleleri arasında yer alıyor. Bu meseleler konusunda yol aldığımız, aldığımızı sandığımız her anda, gelenek tekrar yüzümüze vuruyor, bir başka aynı çerçevede bir başka sorun hayatımıza gelip yerleşiyor, toplumsal dokuda yeni yırtılmalara yol açıyor.
Toplumsal dokumuz çok parçalı. Farklı cemaatlerin birbirine değmeden yan yana yaşadıkları Osmanlı'nın milletler sistemi âdeta yeni bir yüzle devam ediyor. Velhasıl “
cemaatçi bir siyasi kültür
”e sahibiz, cemaat içi dayanışma, cemaatler arası kuralsız yarışma siyasi anlayışımızın temelini oluşturuyor. Böyle olunca eylem ve arayışlarımızda “
” yerine “
” daha önde yer alıyor.
Siyasi mekanizmanın kaynak dağıtma üzerine kurulu olması, doğal bir popülizme sahip olmamız da bu yüzden.
Otoriter bir devlet geleneğine sahibiz, askerî kurumun ülke idaresinde oynadığı rol yıllar yılı ne denli köklü oldu… Önemli bir aşamadan geçtik, cumhuriyetin en önemli, toplumsal meşruiyeti en yüksek sivilleşme süreci yaşadık. Ne var ki, bir yapının, aktörün, askerin geri plana itilmesi geleneği çözmüyor. Bugün de bu gelenek etrafında dolaşıyor, bu kez ataerkil siyasetin hegemonyasını tartışıyoruz.
Bu tür sorunlara sahip toplumların kendilerini değiştirme, çağın koşullarına uyum kabiliyetleri sınırlıdır.
Türkiye bu tür sorunlara sahip olup, tarih sahnesine yapışan nadir toplumlardan biridir…
Tüm yakın tarihimiz, aslında “
kendi sorunlarımızla baş etme, bu sorunları yönetilebilir bir şekle sokma ve çağın dinamiklerine ayak uydurma çabaları
” içinde geçti.
Bu ülkede kimi devlet kurumları ve aktörlerinin, kimi akımların, kimi insanların bölünme endişesinden dem vurması boşuna değil. Anlamaya çalışarak bakarsak belki de bölünme endişesi belleğe yer etmiş bir tutunma kavgasının ve karşı karşıya bulunan risklerin ifadesi…
Peki, böyle mi yaşamaya devam edeceğiz?
Eski bir ceketi ters yüz ederek giyen düşkün aristokratlar gibi sorunlarımızı ters yüz ederek, onları yönetilir hâle getirerek mi durumu idare edeceğiz?
Tarih her zaman bizim için çağa uyum ve sorunlarımızla didişmeden ibaret bu tutunma çabası mı olacak? Olanı hep geriden takip eden, hep endişe içinde olan, hep kendi sorunlarına gömülü bir toplum olarak mı kalacağız?
Yoksa tarihî bir devrimi gerçekleştirerek tüm kalıcı sorunları, devletten topluma uzanan cemaatimsi hastalıkları geride bırakmayı başarabilecek miyiz? Toplumun farklı kesimleri, cemaatleri, toplulukları, grupları arasında (ki pek çoğu kültürel nitelikli farklılıklarla oluşmuştur) bağlar, köprüler, geçişler kurmaya soyunacak, “büyük, sivil, eşitlikçi bir medeniyet projesini” inşa edebilecek miyiz? AK Parti, örneğin son 13 yılda, dışlanmış bir kesimi aldı yukarı çıkardı, haklarını teslim etti, özgüvenini sağladı, diğerinin yanına koydu, büyük bir eşitleme hamlesi yaptı ve önemli ölçüde başarılı oldu. Ama kendisinden beklenen ikinci aşamaya geçmedi. Bunların hepsini kuşatan, kucaklayan bir inşaya yönelmedi. Kendi değer sistemine vurgu yaptı ve gerçekleşen değişim iktidar değişimiyle fazla iç içe girdi.
Evet, ne zaman, nasıl?
Mesele budur.