Batı Avrupa'nın göçmen politkalarını; stratejik hesapları ile deklare ettiği ilkeler arasındaki çelişkilerin şekillendirdiğini söylemiştik.
Türkiye'nin göçmen politikalarını belirleyen temel ilkeler nelerdir? Bu soruyu sormadan önce Türkiye'nin kendine özgü bir göçmen poltikasının, bunu besleyen ilkelerin mevcut olup olmadığı sorusunu sormak gerekir.
Türkiye'nin ulus devletçilik oynaması ile imparatorluk bakiyesi bir varlık olması arasındaki dehşetli çelişkisi, yaşadığı sarsıntı en çok bu alanda hissedilir. Bir tarafta tarihsiz ve hatırasız modern bir ulus devlet olmaya çalışırken diğer tarafta tarihin, coğrafyanın, kültürün ve insanlık mirasının dayattığı gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalır.
Bu açmaz sadece stratejik tercihlerle sınırlı değil aynı zamanda jeo-kültürel şartların yüklediği sorumluluklarla yüzleşme zorunluluğundan kaynaklanır.
Osmanlı'nın Avrupa'dan özellikle Balkanlar'dan çekilmeye başlamasından itibaren sürekli göç alan bir coğrafyadır burası. Bu göç dalgası devlet küçüldükçe büyüyen bir muhaceret destanıdır.
Cumhuriyetin ilk büyük göç sınavı Lozan'da dayatılan 'mübadele' ile gelenler ve göndermek zorunda kaldığı eski tebaasının karşılaştığı durumdur. Yunanistan'dan ve Anadolu'dan yüzbinlerce Türk ve Rum doğup büyüdükleri toprakları terke zorlanacaktır. Bu mübadele, Türkiye'nin kendi isteğinden çok o zamanki dünya sisteminin icbar ettiği bir uygulamadır. Anadolu, bin yıllık farklılıklarla var olma deneyimini terkedip 'Türkleştirilecektir'. Ötekisi (gayrı müslim) kalmayan yeni devletin ideolojik uygulamalarını kolaylaştıran işlev görecek, Yunanistan için ise demografik takviye işlevi görecektir.
Yugoslavya'dan gelen mültecilere anlaşmayla kapı açılması Balkanların Müslüman ve Türk nüfus yoğunluğunu boşaltırken Türkiye'yi yönetenlerin gerekçesi ise 'nitelikli insan' takviyesi yapıldığı yönünde olacaktır.
Ne var ki, Osmanlı bakiyesi unsurlarla ilişkisini kesmeye zorlanan, özellikle Ortadoğu'yla arasına duvar ören yeni rejimin Balkanlar'dan nüfus kabulünde ilginç kriterler uygulanır. Burada demografik hareketlilikler kadar gelen unsurların etnik tanımlaması önemlidir. İçeride en katı laikliğin uygulandığı dini referansların devlet ve toplum işlerine zinhar sokulmadığı bir dönemde Balkanlar'dan gelen kitlelerin seçiminde daha cok dini referans ölçü oldu. İçiçe yaşayan Arnavut, Torbeş, Boşnak gibi Müslüman unsurlar Türk kabul edilerek vatandaşlık verildi... Laik devletin dini kimliği esas alan vatandaşlık uygulaması Türkiye'nin tüm ideolojik tercihlerine karşın tarihin, coğrafyanın, varoluş şartının gerekleriyle yüzleşmekten kaçınmayacağı kırılma noktalarından biridir.
Deklare edilmemiş bu göçmen, vatandaşlık pratiği Türkiye'ye dayatılan Osmanlı bakiyesi unsurlarla, geride bıraktığı dünya ile kapılarını kapatma politikalarının uygulanmasının sanıldığı kadar kolay olmadığını gösteren tarihsel kırılmalardır.
Yine de bu politikalar Ortadoğu ve Asya için daha katı şekilde uygulanacaktır.
Soğuk Savaş dönemi her anlamda sistem içinde uyum politikalarının yürürlükte olduğu dönemdir. Sovyetler'e karşı Batı ile paralel, son derece uyumluluk hali göçmen politikalarına da yansır. Bulgaristan'daki Türk ve Pomak Müslümanlara uygulanan isim değiştirme krizinde bile NATO ve Amerika'nın gündeme getirmesiyle sahiplenilir.
Kitlesel göç anlamında Ortadoğu kaynaklı sığınmacı dalgası Saddam zulmünden kaçan Iraklı Kürtlerle yaşanan çelişkili gerilimdir. Kendi vatandaşları ile din kardeşi ve akraba olan Kürtlere insani yardım yapmanın yanı sıra bunların nasıl tanımlanacağı meselesinin adeta sistem krizi haline geldiği söylenebilir.
Son büyük dalga ise Suriye krizi ile gelen muhacirlerin sayısı ve konumu itibariyle ilk sayılabilir. Hem Türkiye'nin bir şekilde dahil olduğu bir iç savaşın bedeli olarak hem de kendi imkanları ile bu kadar büyük kitleye ev sahipliği yapması anlamında. Suriye krizi, ulus devlet formatı ile imparatorluk özlemi arasındaki yaman çelişkinin sonucu olarak Türkiye'nin karşısındadır.
Siyasi ve askeri gelişmelerin zorlaması ile karşılaşılan göç sorunuyla yüzleşmeler kolay olmamıştır. Sistemin vatandaşlık tanımı ile jeostratejik ve jeokültürel zorunluluklar arasındaki büyük çelişkiyi açık eden tarihsel olaylardı.
Bunun dışında daha küçük ölçekli mülteci hareketleri de yok değil. Mesela Kızıl Çin'den hicret eden Doğu Türkistanlılara kucak açarken Amerika'nın bu ülkeyle diplomatik ilişkiye geçmesiyle birlikte devletin resmi tavrı da değişecektir. Adeta el altından sınırlı sayıda gelebilenler kabul edilirken bunun resmi devlet politikası olarak sunulmasından özenle kaçınılacaktır.
Soğuk Savaş sonrası demirperdenin açılmasıyla bu alanda rahatlama olsa da Rusya'nın, Çin'in, hatta Türk Cumhuriyetleri'nin tepkisini çekecek isimlere ev sahipliği yapmaktan kaçınıldı, hatta sembol isimler sınır dışı edildi.
Batı Avrupa'yla kıyaslandığında Türkiye'nin bir fırsatlar ülkesi olmadığı açık. Ancak İslam dünyasına, Müslüman Türk dünyasına mesafeli olduğu dönemde bile pek çok kesimin gözünün bu topraklara baktığı da tarihi bir gerçek.
Türkiye Soğuk Savaş sonrasına hazırlıksız girdiği gibi ne kendine özgü mültecilik ilkeleri ne de bağımsız bir göçmen politikası oldu.
Türkiye'nin uyguladığı göçmen politikaları bu ülkenin stratejik özgül ağırlığı ile jeo kültürel gerekliliklerin karşısında sistemin ideolojik tercihleri ve medeniyet tercihleri arasındaki derin çelişkinin alanıdır.
Bu çelişkinin aşılması sadece söylemle olmadığı gibi hem siyasi, ekonomik özgül ağırlık hem de sistemin yapısal ve zihniyet sorunlarıyla yakından ilgildir.