Önümde iki farklı divan dergisi duruyor. Biri “Divan - Disiplinler Arası Çalışmalar Dergisi”, diğeri “Sosyoloji Divanı”.
Divan Dergisinin son, yani 36. sayısı Şakir Kocabaş'a armağan özel sayısı olarak düşünülmüş. Vefatının 9. yılında Şakir Kocabaş'ın hatırlanmasını, gündeme gelmesini bir vefa borcu olarak anlamlı buluyorum. Yalnız yaşadığı Londra'da mutfakta soğan doğrarken bile “Allah her şeyi bir ölçüyle yaratmıştır” diyen; hakikat arayışını hayat tarzı haline getiren bir bilim adamıydı.
Belki tüm yazıp çizdiklerinin özeti sayılabilecek, ve hala aşılamamış küçük ama yoğun kitabı “İfadelerin Gramatik Ayrımı” ile ne yapmak istediğinin işaretlerini erken dönemde vermişti. Şakir Kocabaş bu eseriyle adeta kavram kargaşası içindeki insanımıza, aydınımıza doğru düşünme kılavuzu yazmak istemişti. Daha sonraki eserleri her ne kadar yapay zekâ gibi çok teknik gibi duran konularda olsa da akademik ilgisi Felsefe, Mantık, Kuran çalışmalarından bağımsız değildi.
Kocabaş'ın doğru düşünme yönündeki çabaları, aslında Müslümanca düşünmenin işaret taşlarını döşemeye yönelikti. Ne var ki, o da modern bir entelektüel, akademisyen olarak gelenekle, İslam düşüncesini oluşturan klasik metinlerle doğrudan bağ kurma imkanından mahrumdu. Doğru düşünmeye yönelik çabaları, vahyi esas alarak modern Felsefe ve Mantık'ın imkânlarıyla sınırlıydı. Bu çerçevede Divan'daki kadim bir soruya yerli bir cevap arayışı olarak, “Gerçekliğin Lisanda (Tamlıkla) ifadesi Mümkün mü?” başlıklı İshak Arslan'ın yazısı önemli bir problematiği gündeme getiriyor. Şakir Kocabaş örneğinde olduğu gibi değerlerimizi ya sessizliğe mahkûm etmek yahut güzellemelerle geçiştirerek sahip çıktığımızı zannetmek gibi genel bir hastalığımız var. Oysa bir esere, değere sahip çıkmak samimiyet ve çaba, hepsinden önemlisi sorgulama gerektiren bir iş.
Hele entelektüel bir konunun, eserin, yazarın sahiplenilmesi saygının yanı sıra anlamaya çalışmak, kritikten geçirmek, sonuçlar çıkarmakla işe başlamaktan geçer. Hakikat arayışı, hakikat karşısında dürüstlük ve samimiyet ister çünkü. Bu anlamda bu makalenin iyi bir başlangıç olabileceğini düşünüyorum.
Sosyoloji Divanı gayretli bir grup akademisyenin bir Anadolu üniversitesi ve çevresinde neler yapabileceğinin işaretlerini veriyor. Biri İstanbul gibi bir merkezde diğeri Anadolu'da bilgi ve hakikat arayışının Türkiye geneli için nereye oturduğunu gösteren iki divan...
Sosyoloji Divanı henüz işin başında sayılsa da neleri gerçekleştirmek istediği ve neler yapabileceğinin işaretlerini veriyor. Her geçen gün yeni bir think tank ismi duyduğumuz, üniversite merkezli akademik/ bilimsel iddialı dergilerin ara sıra yayınlandığı akademi dünyasında Sosyoloji Divanı'nın farkı, gerçekleştirdikleri kadar yapmak istedikleridir de. Akademik formatı bozmadan yahut akademik muhtevasının yanı sıra edebiyatla temas kurmaya çalışan, daha serbest düşünmeye zaman ayıran bir dergi.
Bilimsellik iddiasını koruyarak akademinin dayattığı formatı aşma çabası nasıl mümkün olabilirdi? Bu, modern dünyada bilimsellik ile düşünmek arasındaki çelişkiye dikkat çeken önemli bir konu. Akademi sonuçta kendi önceliği olan soru/nsala kendi belirlediği kalıplar içinde cevap arar ve bunu gerçeklik gibi sunar. Modern dönemin akademisi bir mabet, bilim ise bir din rolüne soyunur. Edebiyat ve akademi dışı düşünce ise başka soruları önceler ve başka yöntemlerle gerçeğe ulaşmayı dener.
Sosyoloji Divanı bazı sayılarda edebiyat, deneme ve akademik muhteva arasında ilişki kurmada dengeyi kaçırdığı izlenimi verse de en azından gerçekleştirmek istediği, bilimsel olanı sulandırmadan (belki de sulandırarak) edebiyata, denemeye, kültürel çabalara yer açmak. Sadece sosyolojinin imkanlarıyla düşünerek ve edebiyatın imkânlarıyla buluşmadan hangi toplumsal gerçekliğe dokunabiliriz ki?