bir medeniyetin yüz yıl önce terkettigi dogmalar üzerine kurulu bir eğitim anlayışını tartışırken dünyada farklı medeniyetlerin birikimlerini insanoğlunun geleceğine sunma çabaları ivme kazanıyor. Bu çabalarda Soğuk Savaş sonrası dönemde geliştirilen provokatif tezlerin önemli bir ekisi bulunuyor. Huntington'un insanlık birikimini Batı ve diğerleri şeklinde iki zıt kategoriye indirgemiş olması, stratejik ağırlıklı yeni bir kutuplaşmanın tehlikeli sinyalleri olarak değerlendirilmektedir. Batı medeniyetini konsolide ederken diğer medeniyetlerarası ihtilafları körüklemeyi hedef edinen bu yaklaşım kültürel çoğulculuğu da, uluslararası barışı da yok edecek bir nitelik taşıyor. Fukuyama ve Huntington gibi stratejik motivasyona dayalı çalışmalar yapan yarı-politik akademisyenler dışındaki Batılı düşünürlerde bu çalışmaların içinde aktif olarak yer alıyorlar.
Batı medeniyetinin hegomonik özelliğini korumaya çalışan Huntington benzeri yaklaşımların karşısında farklı medeniyetlerin birbirlerini anlamaları ve ortak bir gelecek projesi üzerinde çalışmaları konusunda özellikle bu medeniyetlerin kesişim bölgesinde bulunan ülkelerde yoğun bir arayış bulunmaktadır. Son olarak da İslam, Çin, Hint ve Batı medeniyet unsurlarını bünyesinde barındıran Malezya'da benzer bir organizasyon tertip edildi.
Malezya'nın İngiliz sömürge döneminden kalan en eski üniversitesi olan Malaya Üniversitesi'nde Malezya'nın en saygın ilim adamlarından Dr. Chandra Muzaffer öncülüğünde bir Medeniyetlerarası Diyalog Merkezi kurulmuş bulunmaktadır. Hindu bir aileden gelen, Batı eğitim kurumlarında eğitimini tamamladıktan ve Malezya'da sosyal adaletin yaygınlaşması için öncü faaliyetlerin içinde bulunduktan sonra islam'la şereflenen Dr. Chandra bu açıdan değişik medeniyet unsurlarını kendi şahsiyetinde bütünleştirmiş bir insan.
Bu merkezin açılışı münasebetiyle tertip edilen uluslararası sempozyuma, aralarında ABD'den Fred Dallyamer, J. Esposito, Konfüçyanizm ve Çin uzmanı Tu Wei Ming, İslamiyet çalışmaları ile maruf Japon asıllı Murata, Avustralya'dan Camilleri, Avusturya'dan Hans Köchler, Fransa'dan Roger Garaudy, Malezya'dan Osman Bakar, Kırgızistan'dan Rafis Abbasov, Hindistan'dan M.Khan, Tanzanya'dan imtiyaz Yusuf yanında Çin, Singapur, Tayland, Japonya başta olmak üzere birçok ülkeden dinî ve kültürel liderler ile dörtyüzü aşkın bir katılımcı iştirak etti. Üç gün süren oturumlarda özellikle küreselleşme ve yerel medeniyetlerin kültürel varlıkları ve işbirliği konusu ele alındı. Bizim de "Küreselleşme, Medeniyet Hegemonyası ve Çoğulculuk" başlıklı bir tebliğ sunduğumuz sempozyumda bir yandan teorik meseleler ele alınırken, diğer taraftan pratik işbirliği teklifleri gündeme getirildi. Son oturumda Batı dışındaki medeniyet birikimlerini de ihtiva eden, ancak Batı'yı da dışlamayan yeni akademik okuma metinleri ve düşünce tarihi eserleri ortaya konulması gerektiği yönündeki teklifimizi de içeren birçok konu ortak çalışma alanı olarak kabul edildi.
Bu oturumlarda Batılı ilim adamlarınca da açık bir şekilde dile getirilen bir gerçek tekrar tekrar vurgulanmaktadır: Sanayi Devrimi'nin getirdiği siyasi ve ekonomik sıçramalarla büyük bir atılım yapan Batı medeniyetinin kendisi de ciddi bunalımlarla karşı karşıyadır ve bu bunalımlar ancak ve ancak yerleşik paradigmayı sarsacak çok yönlü ve özgün arayışların sonucunda aşılabilir. Bugün hiçbir Batılı düşünür Batı medeniyetinin gerek bilimsel gerekse felsefi alanda mutlak gerçeklik düzeyine ulaştığı ve gerçekliği tekelinde tuttuğunu iddia edememektedir. Daha açık sözlü ve geniş ufuklu düşünürler ise başta İslam medeniyeti olmak üzere diğer medeniyet birikimlerinden istifade edilmeksizin bunalımı aşmanın güç olduğunu ifade etmektedirler.
Dünyada bu tür çok yönlü arayışların yaygınlaştığı bir dönemde birçok medeniyet birikimine beşiklik ve kaynaklık etmiş olan Türkiye'de tekdüze bir medeniyet dogması yaygın eğitim için tek kaynak olarak kabul edilmektedir. Bir yandan antik medeniyet ürünlerine ve tevhidi dini uyanışlara, diğer yandan İslam medeniyetinin kuşatıcı Osmanlı sentezine merkezlik etmiş olan Türkiye Batı medeniyeti ile olan ilişkisinde de tamamıyla özgün bir tecrübeye sahip olmuştur. Batı sömürgeciliğine ilk başkaldırıyı gerçekleştirmiş olan Türkiye aynı zamanda Batı-dışı toplumlarda görülen en yoğun Batılılaşma tecrübesini de yaşamıştır.
Böylesi güçlü ve çok yönlü bir tarihi birikime sahip olan bir ülkeden beklenen bu yeni arayışlara öncülük edecek bir ufuk, her türlü dogmayı aşan bir düşünce hürriyeti ve farklı medeniyet ürünlerini kuvvetli bir kimlikle ve medeniyet aidiyeti ile aşacak kapsamlı bir birikimdir. Bunun yerine tekdüze bir dogmatizm ile çağın yakalanacağını iddia etmek ve medenileşmeyi başka bir medeniyetin ürünlerini tüketim düzeyinde harcayabilme kapasitesi olarak görmek sığlıktan başka bir şey değildir.
Bu çabayı Batılı gözlemciler de anlamakta güçlük çekmektedirler. Türk düşünce hayatını ve siyasetini yakından takip eden Avusturyalı Hans Köchler'in "Biz dahi Batı medeniyetinin ürünlerini bu derece idealleştirmiyoruz ve sürekli bir şekilde sorgulayıcı bir tavır geliştirmeye çalışıyoruz. Türkiye'de yapılmak istenen şey nedir?" sorusuna doğrusu bir cevap bulamadım.
Gönül Türkiye'nin düşünce, siyaset ve ekonomi alanında önüne konan her türlü sınırı aşan ve ufukları zorlayan bir arayış ve özgünlük ülkesi olmasını arzu ediyor. Uluslararası zeminlerde, Türkiye'de uygulanmaya çalışılan dar kalıplarla ilgili istihza karışık sorulara muhatap olmak insana çok ağır geliyor.