Batı dünyası savaşın yahut terörün bilgisayarla oynanan keyifli bir oyun olmadığının ayırdına varmalı. Bu kanlı bir oyun ve kurbanları da insanlar. Batı'nın askeri-endüstriyel kompleksleri Batı dışı toplumlara karşı kullanmak üzere, riski en aza indiren 'savaş oyuncakları' geliştirdi. Bu savaş oyuncakları yüz yüze savaşı gereksiz kılıyor ve hasmını, onunla göz göze gelmeden yok edebiliyor. Binlerce kilometre yükseklikten, bir tuşla aşağıdaki insanları avlayan savaş oyuncakları, ahlaki kısıttan soyutlanmış insan zekâsının geldiği noktayı göstermesi açısından son derece ürkütücü bir gelişmeyi işaret ediyor. Tekniği gereği, bu oyuncaklar, kullananlarını insanî duygudan soyutluyor ve adeta bir bilgisayar oyunu oynarmışçasına serbest bırakıyor.
Batı, savaş oyuncakları konusunda daha da ileri bir aşamaya geçti. Savaş uçaklarına kıyasla devede kulak olan bir maliyetle imal ettikleri “insansız hava araçları”yla, binlerce kilometre ötedeki insan hedeflerini vuruyorlar. 'Oyun dünyası' askeri sistemlere entegre oluyor, açık ve örtülü çatışma yöntemleri hızla değişiyor. Füzelerle donatılmış bu insansız uçaklar cazip bir seçenek ve üstün bir silah olma yolunda ilerliyor. Bu oyuncaklar toplumun vicdanlı kesimlerinde tepkiye yol açsa bile, kullanımları yaygın olarak kabul ediliyor ve hatta Batı medyasında destekleniyor. Batı bu oyuncakları insanlar üzerinde deneyip geliştirirken, geride kalan modelleri, birbirilerini kolay öldürebilsinler diye başka ülkelere satarak para kazanıyor.
Batılılar, kendi insanlarının hayatlarına son derece önem veriyorlar. Ancak başka dünyaların insanları söz konusu olduğunda bu hassasiyet yerini vurdumduymazlığa bırakabiliyor. İnsansız hava araçları çoğu zaman hedefi şaşırıyor, bazen bir düğün evini vuruyor, bazen tarladaki zavallı köylüleri öldürüyor yahut bir hastaneyi veya bir okulu yok ediyor. Bu eşitsiz, riski en aza indirgeyen ve insanî olmayan çarpıcı gelişmenin bir başka yüzü de var. Muhataplarında büyük bir öfkeye, utanca ve aşağılanma hissine sebep oluyorlar. Öfkeli ve utanç içindeki insan kendi yaşamını hiçe sayarak, riski en aza indirgediğini düşünen düşmanının en zayıf yerinden vuruyor. Sonuçta, masum insanlar ölüyor ve karşılığında da masum insanlar ölüyor.
Her uygarlık doğanın fethiyle başlar. İnsan doğanın korkunç fiziksel güçlerine, kendisine bir daha zarar veremeyecek şekilde egemen olur. Çinli aydınlardan Ku Hung-Ming'in, 1915'de, “Birinci Dünya Savaşı”nın en hararetli günlerinde dile getirdiği şekliyle ifade etmek gerekirse, doğanın güçlerinden daha korkunç güçler var bu dünyada; bunlar insan yüreğinin tutkularıdır. Doğa güçlerinin insanlığa yapabildiği kötülükler, insan tutkularının verebileceği zararla karşılaştırıldığında hiçbir şeydir. İnsan tutkularının bu korkunç gücüne bir çekidüzen vermedikçe ve uygun bir biçimde yönetilmedikçe, 'uygarlık' diye bir şey olamaz. Hatta insanlar için mümkün bir yaşam da olmaz. 'Adalet' yoksa her şey mubah görünür insanlara.
Paris'te masum insanların ölümüyle sonuçlanan katliamlar karşısında klişe laflar etmektense daha derin bir meseleye dikkat çekmek istedim. Yangının bacayı sarmasından bir önceki aşamadayız. Bu yüzden Antalya'daki “G20 Liderler Zirvesi”nde, dünyadaki adil olmayan servet dağılımına, silahlanma yarışına ve insanî bir dram olarak giderek derinleşen mülteci sorununa yol açan despot yönetimlere karşı sorumluluğun artırılması yönünde güçlü bir çağrının yankı bulmasını umut ediyoruz. Çünkü liderlik ve iktidar, 'sorumluluk' demektir.