Katliamın arkasından kim çıkarsa çıksın, bu saldırının hedefi ülkemizi kaosun içerisine çekmektir. Afganistan, Pakistan, Irak, Suriye, Lübnan, Libya ve Yemen'de olduğu gibi ülkemizi de bu geniş kapsamlı terör ve savaş ikliminin parçası yapmak istiyorlar. Halkımızın farklı kesimleri arasında keskin kopuşlar meydana getirene kadar bu haince saldırıların devam edeceğinden şüphem yok. Buna izin verirsek insanlarımızın birbirlerini boğazlamaları için dışarıdan bir parmağa ihtiyaç kalmayacak. İşte o zaman tespihin dağılan tanelerini bir araya getirmek mümkün olmayacak. 'Selçuklu-Osmanlı medeniyet mirası'yla ve 'Cumhuriyet birikimi'yle bölgenin cazibe merkezi potansiyeline sahip olan Türkiye kendi kendini tüketen bir organizmaya dönecek. Bu yüzden Ankara'daki katliamın milletimizin varlığına yönelmiş bir saldırı olduğunun bilinmesi gerekiyor.
Bu ülkede halkımızın hiçbir kesimi 'etnik' ve 'mezhebi' kökeni veya 'siyasi' kanaatleri nedeniyle başına kötü işler geldiği duygusuna kapılmamalı. Her bir fert kendi hayatının bir başka ferdin hayatından daha az kıymetli olduğunu düşünmemeli. Böyle bir algı var ise, bir an önce güven ortamı tesis edilmeli. Bin yıldır bu topraklarda halkımızın değişik kesimlerinin devletle ihtilafları ve çatışmaları olmuş olsa bile biribirlerine karşı herhangi bir nedenle katliam yaptıkları vaki değildir. Elimizdeki en kıymetli sosyal varlığımız budur. Bizi daha ileri düzeye taşıyacak kuvvet de budur. Bu milli varlığımızı tahrip etmek isteyenlere karşı koymazsak ülkede huzur hayal olur. Peki biz bu milli varlığımızı nasıl koruyacağız? Hayatı ötekine zindan ederek, saadetimizi bir diğerimizin mutsuzluğu üzerine temellendirerek, değişik yaşam tarzlarımızı biribirimiz için tehlike sayarak bunu yapabilir miyiz? Mütedeyyin kesimler de geçmişte bunun acısını fazlasıyla yaşamadılar mı?
Toplumun değişik uçlarını çakıştırarak ortak bir geleceğe doğru hareketlendirmek siyasetin başlıca görevi olmalıdır. Her bir ucun kendini emniyet içinde hissedebileceği, inanç ve görüşlerini 'kamusal yarar' ile buluşturabileceği bir zemine ihtiyacımız var. Geçmişte “Ahilik” ve “Fütüvvet değerleri” yoluyla biz bunu pekâlâ başarmıştık. Alevi'si, Sünni'si, Türk'ü, Kürd'ü bu üst değerler etrafında birleşmişti. Dini, milliyeti, cinsi ne olursa olsun, insana hizmeti Allah'a yaklaşmanın aracı sayan Hasan Harakanî'nin, Ahmet Yesevî'nin, Hacı Bektaşi Velî'nin, Ahi Evran'ın, Sarı Saltuk'un, Yunus Emre'nin, Mevlana'nın toplumumuzun değişik uçları tarafından benimsenmesinin anlamını yeniden kavramalıyız. Bu uçları biribiriyle çatıştırmayı amaçlayan odaklara ise fırsat vermemeliyiz.
Ülkemizin kültürel mirasını dışarıda “Yunus Emre Enstitüsü” temsil ediyor. “Yunus Emre”nin yaşam felsefesinin 'sevgi ve hoşgörü' üzerine kurulduğu vurgulanıyor. Peki bizler biribirimizi seviyor, hoşgörülü davranıyor muyuz? Dışarıya yansıtmak isteğimiz yüz ile içeride yansıttığımız yüz aynı mıdır? Katliamda yakınlarını kaybeden insanlarımızın acısını yüreğimizin derinliklerinde hissedebiliyor muyuz? Yoksa bu katliam bir başka alemde meydana gelmiş gibi mi davranacağız? Mesele, usülden açıklamalarla geçiştirilemeyecek kadar ciddidir. Sivil kuruluşlarımız, gönüllü teşekküllerimiz biraraya gelerek sosyal yapımızı tahrip etmeye yönelik saldırılara karşı seslerini yükseltmeliler. Bu vicdanî olduğu kadar tarihî bir sorumluluk. Kimliği, sıfatı, rengi ne olursa olsun, terörün halkımızı ayrıştırmasına izin verilmemeli. “Ortak vicdanın sesi”ne şiddetle ihtiyacımız var.