İnsan, zamanının çocuğu... Kendimizi çevreleyen şartlara büyük ölçüde tabi olarak yaşıyoruz. Yeni Şafak'ta yazmaya başlamam, 3 ay sonra 2 yılı dolduracak. Genel Yayın Yönetmenimiz değerli kardeşim İbrahim Karagül'ün teklifini kabul edip içinde birer tutam psikoloji, felsefe ve edebiyat da bulunan, maneviyata ve dünya hayatımıza dokunmaya çalışan denemeler yazabileceğimi söyledim. Bu sözüm üzerine sevgili Karagül'ün gülerek, “Siyaset de yazarsın hocam, bu ülkede siyaset yazmadan olur mu?” dediğini, dün gibi hatırlıyorum. Tabii ki siyaset de olacaktı yazılarımın içinde ama dünya hayatında yer aldığı ölçüde... Meğer ne çok yer alıyormuş dünya hayatımızın içinde siyaset! Sevgili Karagül, haklı çıktı. Şartlar öylesine tavır almaya, taraf tutmaya zorladı ki, bir baktım, belki arada bir yazarız diye düşündüğüm siyasi yazılar, yazdıklarımın yarısından fazlasını oluşturdu. “Akil insan” tecrübesine bir de mütemadiyen siyaset okuyup yazmak eklenince, milletimizden, medeniyetimizden yana daha aktif biçimde gösterebilme adına, kendimi “aday adaylığı” müracaatı yaparken bile buldum.
7 Haziran seçimi sonrasında toplumumuz, temsilcileri aracılığıyla kendisine en uygun hükümeti arıyor. Koalisyon çabaları netice vermezse ne yapılacağı belli, yeniden sandığa başvurulacak, milletin fikrinde bir değişiklik olup olmadığı sorulacak... Özellikle bölgemizde olup bitenlere, IŞİD heyulasını dolaştırarak insanları yerlerinden yurtlarından etme, kapalı kapılar ardında sınırları yeniden çizme gayretlerine baktığımızda beklemeye hiç tahammülümüz olmadığını biliyoruz. Herkes gibi biz de, dilimizin döndüğü, aklımızın erdiğince seçimleri analiz etmeye çalıştık, toplumumuzun yararına olacağını düşündüğümüz koalisyon önerimizi sunduk. Görüş ufkumuza düşen, söylemekte fayda gördüğümüz hususlar oldukça yine söz alıp fikir beyan edeceğiz. Ama şimdi artık bizim değil, karar vericilerin, temsilcilerimizin ne yapacağı önemli. Ferasetten, basiretten ayrılmadan, toplumumuz için en hayırlı kararı vermelerini diliyor, umuyoruz.
Tüm bunlar oluyorken güneş olduğu yerde duruyor, dünya durmaksızın aynı ritim ve hızda dönmeye devam ediyor. İnsan zamanının çocuğu; yeri geldiğinde hiç çekinmeden siyasi tavrımızı da göstereceğiz tamam ama zaman bize sadece siyasi bir gündem sunmuyor ki... Bizim sevinçli mi kederli mi, endişeli mi efkârlı mı olup olmadığımıza bakmaksızın deveran dönüyor, anlar birbirine ulanıyor, zaman treni düdüğünü çala çala geçip gidiyor. İşte, Ramazan yine gelip çattı. Olana bitene Ramazan'ın içinden baktığımızda çok değişik bir gündem görünüyor. Varoluş tasamızla, ömür yolculuğunun amaçları açısından hayatı ve kendi yaşam serüvenimizi seyre daldığımızda, manzara bambaşka bir görünüm kazanıyor.
İbadetler, hayata varoluşsal bir müdahale. “Dur yolcu!” diyerek bizi ürperten, irkilten bir şaşırtıcı mola. Senlik, benlik davasından başımızı kaldırıp ne kadar haktan, adaletten, vicdan ve merhametten yana olduğumuzu düşünmemizin vakti. “Huzur”a vararak, “huzur”da durarak tefekkür etmenin, “huzur”un sere serpe bir rehavet olmadığını anlamanın vakti...
Orucun ibadetler içindeki yeri çok farklı... “Huzur”a varmak için arzularımızı da hesaba katmamız gerektiğini, bizzat yeme, içme, cinsellik gibi en temel arzuları bir süreliğine durdurarak öğretiyor. Arzularımızı gemleyebilmemiz, bizi diğer canlılardan ayıran, insan yapan özelliğimiz. Arzularımızı gerektiğinde gemleyebilmemiz sayesinde insan oluyor ya da daha da insanlaşıyoruz. Oruç da bizden arzu yumağı gibi oradan oraya doyum peşinde ne kadar savrulduğumuza bakmamızı; başka insanlara, insan kardeşlerimize de yaptıklarımızı gözden geçirmemizi, kendimiz gibi onları da kollayıp kollamadığımızı, gözetip gözetmediğimizi düşünmemizi istiyor. Arzularımızla kıyasıya hesaplaşırken, hesaplaştıktan sonra, uykularımızı böle böle bizi “huzur”a alıyor. “Huzur”a yükseltiyor. “Huzur”la donatıyor...
Huzur kelimesini, bir iç-barış, bir zihin dinginliği halini kast ederek gündelik hayatta pek çok kez kullanıyoruz. Huzurun, “huzurluyum” diyebilmenin peşinde hep insanlar. Bazı dini anlayışlar, özellikle şimdilerde pek moda “new age” akımlar, inananlarına böyle bir esrik, kendinden geçmiş ruh hali vaat ediyorlar. Oysa sahih psikoloji bilgimize göre, böyle bir kalıcı haleti ruhiye imkânsız. Dinginlik manasındaki huzur da, mutluluk gibi arada bir uğrayabilir varoluş beldemize. Bilebildiğim kadarıyla İslam dini de inananlarına ila nihai huzur vaadinde bulunmuyor. Müslümanlar, insanın “korku ve umut arasında” bir varlık olduğuna, dünya hayatının sürekli mücadele edilmesi gereken bir oyun ve eğlence cerbezesiyle üstümüze geldiğine inanıyorlar. Hayatın son nefese kadar sürecek bir mücadele olduğunu, yılmadan hayat mücadelesini sürdürürken onunla eş zamanlı bir biçimde teslimiyetin lazım geldiğini düşünüyor, ona göre yaşıyorlar. Gevşemeden, dinginlik adına pelteleşmeden, aynı anda mücadele ve teslimiyeti başarmaya çalışıyorlar. “Huzur” onlar için içlerindeki bir dinginlik hali değil ancak teslimiyet içinde mücadele ettikçe varabilecekleri karşılarındaki bir makam.
Mücadele ve teslimiyet diyalektiği, oruç sırasında kendini iyice açığa vuruyor.