Türkiye’nin kuzey komşusu olan Rusya ile ilişkileri yaklaşık 6 asırlık bir geçmişe dayanmaktadır. Özellikle 18. Yüzyılda Petro reform programı ile birlikte Avrasya bölgesinde önemli bir güç haline gelen Rusya ile Osmanlı Devleti; Balkanlar, Kafkasya, Türkistan bölgeleri başta olmak üzere sürekli rekabet halinde olmuştur. Ortadoğu bölgesinde özellikle Suriye krizi başta olmak üzere çeşitli gerilim ve çatışma alanlarında Rusya, önemli bir aktör haline gelmiş, pozisyonunu güçlendirmiştir. Geleneksel olarak sıcak denizlere inme siyasetini, Akdeniz üzerinde elde ettiği askeri üslerle güçlendiren Rusya, kuzey komşumuz olduğu kadar bugün güney de hesap edilmesi gereken bir stratejik güç konumuna gelmiştir.
Rusya’nın modernleşme deneyimi, Osmanlı-Türk modernleşme deneyimi ile oldukça benzer sonuçlara yol açmıştır. Her iki ülke de modernleşmeyi bölgede güçlü bir stratejik pozisyon elde etme, varlığını garanti altına almanın en önemli gerekçesi olarak görmüştür. Avrupa’da doğal ve kendi iç dinamikleri ile gelişen modernleşme, Rusya ve Osmanlı Devleti gibi Batı dışı toplumlarda aydın bürokrat bir elit tarafından tepeden inme bir biçimde gerçekleştirilmiştir. Modernleşmenin halk katında yeterli desteği bulamaması da duygusal tonu yüksek, modernleşme karşıtı bazı fikirlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
İlk olarak bu iki toplumun önemli bir özelliği modernleşme deneyiminde benzer sorunlar yaşamış olmasıdır. Rusya’yı büyük Rusya haline getirme amacında olan Çar I. Petro Rusya tarihi açısından önemli bir yere sahiptir. Kendi adıyla anılan Petersburg şehrini “Batıya açılan bir pencere” olarak kuran Petro, başlatmış olduğu büyük reform programıyla idare, maliye, eğitim sistemini düzenlemiş, iktisadi alanda müteşebbis bir sınıf meydana getirmiştir. Petro’nun Petersburg şehrini kurmasındaki amaç, geleneksel yapının güçlü olduğu Moskova’ya alternatif bir şehir inşa etmektir. Bu şehir Batılı mimarlar tarafından kurulmuştur. (Tıpkı Ankara gibi) Bu şehre yerleşmek istemeyen boyarları Petro mallarına el koymakla tehdit etmiştir. Petro reformlarının bir diğer yönü şekilci, dışa dönük olmasıdır. Kendisini ziyarete gelen boyarların sakallarını bizzat kesmiş ve ruhban sınıfı ile köylüler dışındaki kesimlere sakal bırakmayı yasaklamıştır.
Halkın yaşam tarzına, inançlarına, geleneklerine yönelik reformlar toplumda modernleşmeye karşı bir tepki oluşmasına yol açmıştır. Reformlar halkın refahını arttırmamış, Rus köylüsünün yaşam koşullarında bir değişme olmamıştır. Tepki olarak Rusya’da halk daha fazla geleneklerine sarılmıştır. Modernleşmeye karşı Slav ruhunu merkez alan muhafazakâr bazı reaksiyonlar ortaya çıkmıştır. Slavofilizm adı verilen daha sonra Panslavizm’e dönüşen bu tepki, Slav birliği üzerinden Batı’ya meydan okumaya dönüşmüştür.
Slavofil düşünce bir tür tarihsel romantizm, muhafazakâr bir tepki olarak görülebilir. Bu ideoloji içerisinde dindar Ruslar, milliyetçiler, romantikler, muhafazakârlar yer almıştır. Slavofilliğin aydınlar arasında destek bulmasının nedeni Rusya’nın yaşamış olduğu modernleşme deneyiminin Rus toplumunda meydana getirdiği ikiliktir. Bir tarafta ülkenin Batı’nın bir parçası olduğunu savunan Batıcılar diğer tarafta ise Rusya’nın modernleşmesine mesafeli yaklaşıp kısmi bir modernleşmeyi savunan veya bu modernleşmenin geleneksel Rus değerleri ile uyumlu olmasını bekleyenler yer almıştır.
Petro reformları bizim kendi modernleşme deneyimimizle çok benzer nitelikler taşımaktadır. Petro’nun eğer Osmanlı Devleti’nde bir muadili aranırsa bu kişi Sultan II. Mahmut’tur. II. Mahmut reformlarının da öncelikli amacı ülkeyi modernleştirmektir. Petro, orduyu modernize ederek işe başlamıştır. II. Mahmut’ta öncelikli olarak Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmış ve onun yerine yeni bir ordu kurdurmuştur. Maliye, eğitim, bayındırlık, sağlık gibi pek çok alanda reformlar yapan II. Mahmut, Petro gibi reformları halka kabul ettirmek yerine şekle önem vermiş, kılık kıyafet üzerinden bir modernleşme çabasına girişmiştir. Alman kıyafeti giymeyi emreden Petro’ya benzer bir biçimde Fransız kıyafetleri giyilmesini emretmiştir.
Rusya ve Türkiye’yi birbirine yaklaştıran bir diğer neden de bu iki toplumun Batı’nın ötekisi olmasıdır. Bugün Avrupa Birliği bağlamında tartıştığımız, “Türkiye Batılı bir ülke midir?” sorusuna Rusya da muhatap olmuştur. Türkiye’nin Avrupalı olmaması anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü Türkiye ne Hıristiyan’dır, ne Yunan ve Latin geleneğine dayanır. Fakat Rusya’nın da Batı’nın ötekisi olması nasıl izah edilebilir? Burada iki önemli gerekçe vardır: Birincisi Rusya’nın Doğu Hıristiyanlığı olan Ortodoksluğu tercih etmesidir. Ortodoks Rusya, Katolik Avrupa’dan dışlanmıştır. Bir diğer neden Rusya’nın tıpkı Türkiye gibi Asyatik bir toplum olmasıdır. Asya deyince Batı’nın ön yargıları devreye girmiştir. Rusya sürekli “büyük otokrasi” ile yönetilen, az gelişmiş olarak değerlendirilmiştir. Fransız romancı ve gezgini Lamartine Ruslarla ilgili şarkiyatçı bir bakış açısıyla şunları ifade etmiştir: “…Ruslara barbar demek istemiyorum. Onlar da Batı milletleri kadar uygarlaşmış ve ilerlemişlerdir… Ruslar, bozkırların ve çöllerin içinden gelen köklü bir millettir. Yalnız, Rus uygarlığı ile Fransız uygarlığı arasında önemli bir fark vardır. Rus uygarlığının kaynağı boyun eğme, Fransız uygarlığının kaynağı ise düşüncedir. Ruslar bir efendi, Fransızlar ise yasa isterler. Onlar köleliğe soyluluk kazandırırlar ve önderlerinin kişiliğinden en uç noktaya ulaşmasını sağlarlar… Rus uygarlığı, tutsaklık gibi sessiz dururken, Fransızların ki sürekli düşünür, konuşur, yazar… Onlar geçmişe, bizler ise geleceğe bakarız…”
Demek ki hem Rusya hem de Türkiye hiçbir zaman gerçek anlamda Batılı olamamıştır. Çünkü Latin-Cermen kökeninden gelmeyen, Katolik olmayan ve Avrupa’nın geçirmiş olduğu toplumsal, siyasal, ekonomik gelişmeleri geçirmeyen bu iki ülke Avrupa değerlerinin bir parçası değildir. Bu iki millete karşı Batı’daki önyargıları destekleyici yüzlerce örnek bulunabilir Bugün bir Batılı yayın organını açıp inceleyen herkes Türkiye ve Rusya ile ilgili önyargılı pek çok söyleme rastlayabilir.
Avrupa’nın özellikle 18 ve 19. Yüzyıldaki politikası bu iki ülkeyi birbiriyle savaşmaya teşvik etmek biçiminde olmuştur. Sadece 19. Yüzyılda Osmanlı Devleti ile Rusya 4 defa savaşmıştır. Bu iki ülke enerjisinin büyük bölümünü kendi aralarındaki savaşlarda yitirmiştir. Bu savaşlar, büyük bir insan kaybı ve kaynak israfına neden olmuştur. Rusya ve Osmanlı Devleti arasındaki bu savaşlar İngiltere, Fransa gibi ülkelerin kendi kolonilerini genişletme ve ticaret yollarının güvenliğini sağlamalarını kolaylaştırmıştır.
Bu iki ülkenin ortak yönlerinden biri de Avrasyacılık siyasetidir. Aksakov’dan Aleksandr Dugin’e kadar pek çok Rus milliyetçisi, Rusya’nın Avrupa ile Asya arasında bir köprü olduğu tezini işlemiştir. Rus Avrasyacılık düşüncesine göre Rusya hem Avrupalı hem de Asyatik bir devlettir. Bu iki medeniyetin geçiş noktasında, iki ayrı kültürün bir sentezidir. Rusya, kendi izleyeceği siyasetle Asyatik toplumlara örnek olabilir. Avrasyacılık siyaseti Rusya için bir tür farklı milletleri de içine alan yayılma siyasetidir. Avrupamerkezci bir tarihe karşı çıkan ve kültürlerin ileri/geri olarak kıyaslanamayacağını savunan Avrasyacılar özellikle 1920 sonrasında yaklaşık 10 yıl önemli miktarda araştırma-inceleme yapmışlardır. Türkiye’de Avrasyacılık düşüncesi özellikle 1990’da Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında filizlenen bir düşünce olmuştur. “Adriyatikten Çin seddine Türk dünyası” sloganı ile başlayan ve Türkiye’nin bölgedeki Türk orijinli nüfus üzerinde ağabeylik yaparak bölge siyasetinde etkili olmasını amaçlayan bir düşüncedir. Kimi Avrasyacılar bundan bir Türk birliğini anlarken kimi Avrasyacılar ise sosyalist bir ideal peşindedir. Türkiye’nin Asya ile Avrupa arasında bir köprü olduğu ve Doğu ile Batı’nın eşsiz bir sentezi olduğu düşüncesi Avrasyacıların en önemli söylemlerinden biridir.
Bu iki ülkeyi birbirinden ayıran farklar nelerdir? Rusya 9. Yüzyılda Kiev Knezliği’nde büyük Rus İmparatorluğu’na doğru hızla genişleyen emperyal bir devlettir. Sınırlarını genişletme, yeni ülkeler ve kaynaklar ele geçirme hedefini taşımıştır. Osmanlı Devleti de Kayı boyundan, bir Türkmen beyliğinden üç kıtada egemen bir Akdeniz devletine dönüşmüştür. Osmanlı Devleti’nin de bir fetih-gaza siyaseti vardır. Hatta devletin büyüyüp genişlemesinde bu gaza anlayışı önemli yer tutmuştur. Bu iki devlet arasındaki en önemli farklardan biri, yönetim anlayışlarındadır. Rusya, ele geçirdiği topraklarda Osmanlı Devleti’nden farklı olarak diğer dinlere ve milletlere hoşgörü ile yaklaşmamış, bunun yerine onları Ruslaştırma siyaseti izlemiştir. İşgal hareketlerinin son direniş noktası Kafkasya olmuştur. Kafkasya’daki son direniş hattının başındaki isim olan Şeyh Şamil’in teslim olması ile Kafkasya bütünüyle Rusya’nın eline geçmiştir. Rusya bu bölgede yaşayan Müslümanları Hıristiyan olmaya (tanassur) zorlamış, buna direnenler göçe zorlanmıştır. Çerkez, Çeçen, Tatar, İnguş, Tatar, Dağıstanlı, Türkistanlı pek çok Müslüman Türkiye’ye geç etmek zorunda bırakılmıştır. Hatta bugün bile bu göçlerin küçük çapta da olsa sürdüğü söylenebilir.
Osmanlı Devleti ise kendi medeniyet ekseninde Balkanlar başta olmak üzere Rusya gibi bir “milletler hapishanesi” oluşturmak yerine hoşgörü, dinsel farklılıklara saygı temelinde bir millet sistemi kurmuştur. Bu sistem, Fransız Devrimi’nin etkilerinin görülmeye başlandığı 19. Yüzyıla kadar iyi işlemiştir. Toplumları dinsel farklılıklarına göre bir sınıflama ve yönetme biçiminde görülen bu sistem, sivil alanda her din/inanç/mezhep‘in kendi hukuk düzenini kurmasına izin vermiştir. Osmanlı Devleti, Rusya’dan farklı olarak Türkleştirme siyaseti gütmemiştir. Doğal kaynakların sömürülmesi biçiminde işleyen bir sömürgecilik de Osmanlı’da görülmemiştir. Fakat Rusya özellikle Altay Dağları’ndan başlayarak, Sibirya bölgesinden çıkarılan kömür, altın, petrol gibi madenlere el koymuş fakat zenginlik ve servet bu bölge insanına yansımamıştır.
Özetle şunları söyleyebiliriz. Türkiye ve Rusya Batı ile kurduğu ilişkiler ve modernleşme süreçlerinde benzer deneyimler yaşamıştır. Bu deneyimler iki toplumun birbirini daha iyi anlamasına imkân sağlamaktadır. Fakat Avrupa siyaseti ve bölgesel çıkarlar yüzünden bu iki ülke sürekli savaşlarda karşı karşıya gelmiş ve enerjilerini tüketmişlerdir. İnişli-çıkışlı seyir izleyen Türkiye-Rusya ilişkileri bugün için iki toplumun güçlü liderleri sayesinde yakın bir işbirliğine dönüşmüştür. Elbette bu işbirliğinin sınırları vardır. Çünkü gerek Balkanlar ve gerekse Kafkasya, Türkistan ve tabi ki Ortadoğu iki ülkenin ortak nüfuz alanlarıdır. Bu nedenle rek abet kaçınılmazdır. Fakat rakip ülkeler bile işbirliği ile “kazan-kazan” siyaseti izleyebilir. Bunu Suriye’de görebiliyoruz. Bizim Rusya ile ortak noktalarımız Avrupa’dan daha fazladır. Bu nedenle ortak işbirliği alanlarını belirleyerek, bu alanlarda yakın ilişkiler geliştirmek iki ülkenin de yararına olacaktır.