Prof. Dr. Muhsin KAR • SDE Ekonomi Programı Koordinatörü
Türkiye ekonomisi, 2013 yılından itibaren, siyasal belirsizlikler, jeopolitik riskler ve küresel belirsizlik ortamının etkisiyle potansiyel büyüme oranının da altında büyümeye başlamıştı. Bu yavaşlamada Küresel durgunluğun etkisinin siyasal belirsizliğin etkisinden daha büyük olduğu biliniyor. Siyasal istikrarı hedefleyen şiddet ve darbe girişimlerine ek olarak, art arda yaşanan seçimlerin oluşturduğu siyasal belirsizlik, 7 Haziran seçimlerinin ardından yapılan koalisyon görüşmelerinden bir hükümetin çıkmaması üzerine daha da belirleyici geldi. Ülke içinde yaşanan terör saldırıları ve bölgede yaşanan siyasal gelişmelerin neden olduğu güvenlik kaygısı ve ekonomik istikrarın kaybedilebileceği endişesi, seçmeni ülkeyi 13 yıldır yöneten Ak Parti'ye yöneltti. 1 Kasım'da tek başına iktidar yolunun açılması, siyasal belirsizliklere ilişkin tartışmalara da son noktayı koydu ve jeopolitik riskleri de önemli ölçüde azalttı.
Yeni hükümet, karşı karşıya olunan önemli meydan okumalara rağmen, ekonomi için birçok fırsat sunuyor. İlk olarak, her seçimde döneminde görülen siyasi belirsizlik, 7 Haziran'dan sonra daha da belirginleşmiş ve ekonomik aktörlerin (hanehalkı, firma ve devlet) davranışlarında etkili olmuştu. Hanehalkları tüketimlerini ertelerken, firmalar yatırım projelerini ötelemişti. Benzer şekilde seçim sürecinin etkisiyle devletin harcamalarının kompozisyonun değişme riski bulunmakta ve yatırım projelerinin geleceği riske giriyordu. Siyasal belirsizliğin ortadan kalkması, hiç şüphesiz, ekonomik aktörlerin davranışlarını olumlu şekilde etkileyecektir. Bu bağlamda hanehalkları ertelenen tüketimlerini, firmalar beklettikleri projelerini ve kamu büyük ölçekli yatırım projelerini hayata geçirmek için gerekli ve sağlıklı bir ortama kavuşmuş olacaklardır.
İkinci olarak, on üç yıldır uyguladığı politikalarla makroekonomik istikrarı sağlayan Ak Parti'nin seçim öncesinde ortaya koyduğu yapısal reform perspektifinin devam ettirilecek olmasıdır. Ayrıca ekonomi yönetiminin bürokratik ve siyasi ayaklarında önemli bir değişimin beklenmemesi, programların oluşturulması ve uygulanması açısından zaman kaybedilmesini önemli ölçüde engeller. Bu durum 2023 vizyonu kapsamında ortaya konulan ulusal önceliklerin kesintiye uğramadan gerçekleştirilmesine katkıda bulunacaktır. Savunma sanayinde yakalanan ivmenin diğer sektörlere de sirayet etmesi ve böylelikle bilgi-teknoloji yoğun mal üretimine geçilmesi, hem cari açık gibi kronik sorunun çözümüne hem de orta gelir tuzağına yakalanmadan yola devam edilmesine fırsat sağlayacaktır.
Bu doğrultuda, rekabetçiliği artıracak, yatırım ortamını iyileştirecek ve katma değeri yüksek mal üretimine geçilmesine imkân sağlayacak olan ve seçim öncesinde açıklanan eylem planlarının hızla hayata geçirilmesi gerekiyor. Böylesi bir perspektif ve reformcu bir hükümet ile son yıllarda yavaşlayan büyüme oranı tekrar potansiyel büyüme oranına yaklaşabilir ve hatta üzerine çıkarabilir. Türkiye'nin tempolu ve istikrarlı bir büyüme patikasında kalması, işgücüne katılan gençler ve halen havuzda bekleyen mevcut işsizleri için hayati öneme sahiptir. Ayrıca tüm toplum kesimlerinin artan gelirden adil bir pay alımını sağlamak için uygulamaya konulan transfer harcamalarına kaynak oluşturulması da mümkün olacaktır.
Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, tek parti iktidarı, küresel ekonomideki kırılganlıklardan ve risklerden gelecek olan dalgaların etkilerini azaltan veya kıran bir görevi de yerine getirecektir. 2008 yılında ABD'de patlayan emlak balonunun neden olduğu finansal krizin dış ticaret ve finans kanalıyla öncelikle gelişmiş ülkelere ve ardından gelişmekte olan ülkelere yayılması, krizin küreselleşmesine yol açmıştır. Kriz, Avrupa Birliği'nin zayıf yönlerinin açığa çıkmasına neden olmuş ve özellikle birliğin güney ülkelerinin (Yunanistan, İtalya, İspanya, Portekiz ve İrlanda) kırılgan ekonomilerini derinden etkilemiştir. ABD, son birkaç yıldır ılımlı büyüme oranı yakalarken, AB'de hala durgunluk hakimdir. 2009 sonrası küresel ekonominin önemli motorlarından olan Çin ekonomisi de önemli ölçüde yavaşlamıştır. Bu problemlere Japonya'da dahil edildiğinde problemin büyüklüğü daha açık görünmektedir. Gelişmiş ülkeler 2008 öncesi büyüme patikasına geri dönememişler ve kriz öncesinin ortalamasının altında bir performans sergilemektedirler. Üstelik gelişmiş ülkelerin borçluluk oranları çok yükselmiş ve sadece kendi ülkeleri için değil küresel ekonomi içinde risk oluşturmaktadırlar. Bu durum, bütçe açıkları ile birlikte ele alındığında, gelişmiş ülkelerin politika seçeneklerinin azaldığını işaret etmektedir. AB'deki durgunluk ve Çin'deki yavaşlama, gelişmekte olan ülkelerinde yavaşlamasına yol açmakta ve makroekonomik yapıları sağlam olmayan ülkelerin kırılganlıklarını artırmaktadır.
Aradan geçen yedi yıllık süreye rağmen, küresel ekonominin içinde bulunduğu durgunluk, ulusal ekonomiler için önemli riskler barındırmaktadır. Örneğin, son günlerden döviz kurlarında yaşanan hareketlilik, siyasal belirsizlikten ziyade küresel ekonomik gelişmelerin etkili olduğunu gösteriyor. Nitekim ABD istihdam verilerinin beklenenden iyi gelmesi FED'in faiz artırma ihtimalini yükseltmekte ve bu durum tüm yükselen ekonomilerin paralarının dolar karşısında değer kaybetmesine yol açıyor. Yaşananlar, “şuyuu vukuundan beter” sözünü doğrular niteliktedir. Önümüzdeki günlerde küresel ekonomiyi zor güler beklemektedir. FED'in faiz artırımı ile birlikte ortaya çıkacak olan risklerin göğüslenmesinde tek parti iktidarı hayati rol oynayacaktır. Böylesi bir durum, küresel finansal krizin etkilerinin 2009 yılında alınan hızlı ve etkin kararlarla minimize edilmeye çalışılmasında görülmüştür. Dolayısıyla, küresel belirsizliklere karşı tahkimat yapmak ve dünya ekonomisinin önemli aktörlerinin ekonomi politikalarındaki yapacakları değişikliğin yaratacağı riskleri göğüslemek için tek parti iktidarı dalga kıran görevi görecektir.