|
|
Bu yazının öncelikle şu samimi özeleştiri ile başlaması, benim için bir namus borcudur. Latin Amerika'nın iki önemli ülkesi Meksika ve Peru'yu görene dek, Osmanlı Devleti'nin "fütuhat politikası"nda zaman zaman barbarca yöntemlere başvurduğuna dair -büyük bölümü Avrupalı tarihçilerin kaleminden türeyen- o beylik iddialara, itiraf edeyim ki geçmişte belli ölçülerde prim verdiğim olmuştur. Ancak ne zaman ki adlarına "İspanyol" ve "Portekizli" denilen iki Avrupalı ulusun Latin Amerika'da gerçekleştirdikleri benzersiz vahşetin kanıtlarını bizzat gözlerimle gördüm, o günden bu yana Osmanlı Devleti konusunda bilip bilmeden atıp tutan entellerin önünde etten bir duvar olmayı vazgeçilmez bir görev sayıyorum. Türk tarihini 29 Ekim 1923'den başlatıp, günah ve sevaplarıyla koskoca bir geçmişi yok sayan sığ bakış açısı, Osmanlı'nın o dengeli fetih felsefesini, barbar işgalcilerin -hiç bir ahlâkî ilkesi olmayan- şuursuz yağma hareketleri düzeyine indirgeyen sefil bir yaklaşımla birleşince iyice çekilmez oluyor doğrusu. Hele de, Peru'nun başkenti Lima'daki "Engizisyon Müzesi"ni gezerken karşıma çıkan kiliseye ait işkence tezgâhlarını ve müzenin duvarında asılı olan ünlü "fetva"yı gördükten sonra! "Peru fâtihi" Francisco Pisarro, bu ülkenin kıyılarına ulaşıp İnkalar'ı kitleler halinde kesmeye başladığında, yüreğinde hâlâ azıcık vicdan duygusu bulunan bazı Engizisyon rahipleri duruma isyan etmiş ve ünlü komutana bu kadar çok kan dökmemesi yolunda uyarıda bulunmuşlar. Pisarro bakmış ki rahiplerin homurdanmaları gitgide artıyor, bunun üzerine kendisine yakın bulduğu bir kaç kardinalden insanlık tarihine geçecek şöyle bir fetva almış: "Fethedilen bu topraklarda yaşayan canlılar (İnka İmparatorluğu'nun mensuplarını kastediyor) her ne kadar insana benzer bir görünüme sahip olup iki ayakları üzerinde yürümekteyseler de, sonuç itibarıyla Engizisyon Mahkemesi bunların farklı bir hayvan türü oldukları kanaatine varmıştır. Bu vesileyle, düşünme ve iman etme yetisinden yoksun olan bu 'hayvanların' katli vacip görülmüştür." Belki bilirsiniz, Pisarro'nun vebanın pençesindeki Portekiz'inden gelen rahiplerin "hayvan" diye tanımladığı o İnkalar, Cusco'daki Maccu Picchu dağının 4000 metre yükseklikteki zirvesine, yapılış sırları günümüzde bile hâlâ çözülemeyen modern bir kent kurmuşlardı. Ayrıca o insanlar taş bina yapımında yeryüzünün gelmiş geçmiş en müthiş mühendisleriydiler. Ancak, ben bu pazar sizlere Peru'yu ve İnkalar'ı değil, en az onun kadar dramatik olan Aztekler'in öyküsünü anlatacağım. İnkalar'a da önümüzdeki haftalarda geleceğiz inşaallah. Yalnız bu konuya geçmeden önce şu ünlü "Osmanlı barbarlığına" ilişkin tatsız bir anımı da aktarmadan edemeyeceğim. Latin Amerika'daki "Avrupa tarihine" tanıklığımdan yaklaşık bir buçuk yıl sonra, bu kez binlerce kilometre uzaktaki Mısır Piramitleri'nin tam dibinde, bana Keops piramitinin özelliklerini anlatan tarih cahili bir Arap arkeolog ile gırtlak gırtlağa gelmiştim. Eliyle büyük piramiti işaret eden çok bilmiş Arap kardeşim, "Bu yapının zirvesinde daha önce altından yapılma bir kaplama varmış" diye mırıldandı, "Eee?" dedim "Ne oldu o kaplamaya?" "Ne olacak?" diye söylendi, "Mutlaka Osmanlı dönemindeki idareciler çalmıştır!" "Sen hayatında hiç Türkiye'ye gittin mi?" diye sordum bu snob arkadaşa, "Hayır" dedi. "Pekiyi ya İngiltere'ye hiç gittin mi?" Ona da yanıtı olumsuzdu. Bunun üzerine muhatabıma şunları söyledim: "Senin ülkenden çalınan herşey, onca mumya, hiyeroglif yazıt ve antik eşya şu anda Londra'da British Museum'un teşhir salonlarında duruyor. Benim senin topraklarını tam 400 yıl yöneten gariban ülkemde ise Mısır'dan gitme bir vazo dahi yok. Adam ol ve bana İngilizlerin kaleme aldığı o küstah tarih kitaplarının ağzıyla konuşma!" Ülkesinin İngiliz ve Fransızlarca yağmalanmışlığının ağır faturasını günah keçisi yaptığı Osmanlı'ya çıkartarak vicdanını rahatlatmaya çalışan bu beyni yıkanmış arkeologla, beni o dakika birbirimizden zor ayırdılar. Sizin anlayacağınız, "Osmanlı barbarlığı" geyiği sözkonusu olduğunda, biz Türklerin dışarıda da işimiz zor, içeride de! Ancak, elbet devran bir gün dönecek...
Bir uygarlığın çökertilişi 9'uncu Aztek İmparatoru Montezuma II, 1502 yılında tahta geçtiğinde, yönetmeye talip olduğu ülkesi kuzeyde bugünkü Teksas'tan başlayıp güneyde ise Honduras ve Nikaragua'yı içine alan dev bir imparatorluğa dönüşmüştü. Tarihlerinin en geniş sınırlarına ulaşan Aztekler matematikten astronomiye, inşaat mühendisliğinden tekstile dek bir çok alanda altın çağlarını yaşamaktaydılar. Ülkenin her köşesi birer mühendislik harikası olan dev piramit tapınaklarla donatılıp pek çok yerleşim biriminde canlı bir ticarî hayat hüküm sürerken, başkent Tenochtitlan'da da (günümüzün Mexico City'si) ülkeye ilişkin bütün yıllık planlamalar bir güneş yılını tamı tamına 365 güne bölen ünlü "güneş takvimi" ile yapılmaktaydı. Onların son derece hassas astronomik hesaplamalardan sonra buldukları bu takvimi gündelik hayatlarında kullandıkları dönemde, 8 bin kilometre ötedeki Avrupa'da ise astronomi biliminin temellerinin henüz yeni yeni atılmaya başlandığını hemen hatırlatalım. Kralı adına yeni dünyanın zenginliklerini keşfetmeye çıkan İspanyol komutan Hernando Cortes, 1519'da yanında 11 gemi, 508 asker, 100 dolayında gemici ve 16 at ile işte böyle bir "rüyalar ülkesi"ne ayak basacaktır. Dinlerine çok bağlı olan Aztekler, "yıllar önce uzak diyarlara gitmiş sakallı bir tanrının, gün gelip yeniden döneceğine" ilişkin köklü bir efsaneye inanmaktadır. Bu yüzden de sakallı Cortes'i adeta bir çeşit "mesih" gibi karşılarlar. Özellikle de İspanyolların yanlarında getirdikleri atlar onları çok şaşırtmıştır. Çünkü, Amerika kıtasında o tarihe kadar at nesli yoktur. Ayrıca, sonradan uygarlıklarının sonunu getirecek olan barutu ve top namlularını da çocukça bir ilgiyle karşılarlar. Seçkin bir rahip olarak yetiştirilmiş İmparator Montezuma'nın tavrı, tebâsından farklı olmaz. Uzaklardan gelen bu konukların Azteklerin kutsal metinlerindeki "vaad edilmiş kişiler" olduklarını düşünerek, onlara hiç tereddütsüz ülkesini ve servetini açar. Her yer altın ve gümüş rezervleriyle doludur, ancak işin ilginç yanı bu iki metalin Aztek ticaret hayatında hiç bir karşılığı yoktur. İspanyollar, yerlilerin ticaret hayatında ödeme aracı olarak "renkli tavus kuşu tüyleri" kullandıklarını şaşkınlık içinde farkederler. Ülkedeki ana değer birimi budur. Aztek inançlarını lehine kullanarak ülkeyi sinsice adım adım işgal eden Cortes, başkent Tenochtitlan'a ulaştığında ise Montezuma'nın iktidarı için ciddi bir tehlike haline gelmiştir. Çünkü, Aztekler'in çok büyük bir kısmı artık onun denetimine girmiş durumdadır. Yerlileri çok korkutan yoğun bir top ateşi sonucunda Aztek İmparatorluğu'nun rüya başkenti Tenochtitlan düşer ve Montezuma Cortes'in adamları tarafından gözaltına alınır. Gözü dönmüş İspanyol askerleri, yaşanan arbede sırasında imparatoru ağır biçimde yaralamışlardır. Ki günümüzde bazı kaynaklar olayın bir yaralama olmadığını, Montezuma'nın doğrudan doğruya işkence gördüğünü söylüyor. Tutuklu bulunduğu zindanda gördüğü ağır işkencelerin yanısıra, tedavi edilmeyen yaraları nedeniyle derin acılar içinde kıvranan imparator, bir kaç günü bu şekilde geçirdikten sonra, 30 haziran 1520 günü 54 yaşında hayata veda eder. Ölüm anına tanık olan bazı İspanyol askerleri ve Aztek yerlileri, onun son nefesini verirken gözyaşları içinde bir beddua mırıldandığını anlatırlar çevrelerine. İmparator kendince farklı bir ad verdiği Yaradan'ına yalvarmakta ve "ülkesini yok eden bu vahşilerin cezasız kalmamasını" dilemektedir. Ancak, kulağına çalınan bu dramatik olay Cortes'in umurunda bile olmaz. O, önündeki son engelin de ortadan kalkmasından dolayı gayet hoşnuttur. Ardından büyük bir seferberlik başlar. Ülkede Aztekler için dinsel anlamı olan ne kadar kutsal simge varsa hepsi teker teker yokedilir. En sonunda sıra başkentteki "büyük piramit"e, yani "Templo Mayor"a gelecektir. Cortes, Aztekler'in kendi dinlerince bir çeşit "hac noktası" olarak kabul ettikleri bu dev yapıyı hiç bir vicdanî rahatsızlık duymaksızın yerle bir ettirir. Ve hemen yakınlarına da Latin Amerika'nın en büyük Hıristiyan ibadethanesi olan San Fransisco Katedrali'ni yaptırır. Tabiî ki, tümüyle Aztek halkından çaldığı maddî kaynaklar ve köleye dönüştürdüğü yerlilerin kol kuvvetiyle! Yıllar geçip İspanyolların Latin Amerika'daki egemenliği pekiştikçe, bölgedeki büyük yıkımın son izleri de silinecek ve başkentte "Templo Mayor"dan geriye bir tek taş, hattâ yerini bilen biri dahi kalmayacaktır.
Arkeoloji dünyasını sarsan olay 20'nci yüzyıldayız... 18 milyon dolayındaki nüfusuyla dünyanın en kalabalık kentine dönüşen Mexico City'de, belediye 1978 yılında büyük bir yeraltı imar faaliyetine girişir. Amaç, caddelerin altında salkım saçak ilerleyen elektrik, su ve telefon hatlarını bir düzene sokmaktır. Bu yüzden kentin her köşesi köstebek yuvasına döndürülecektir. İşte "büyük haber" de tam bu sırada gelir. Belediye İşçileri, San Fransisco Katedrali yakınlarındaki bir mezbelelikte kazı yaparken "bazı taşlar" bulmuşlardır. Bunun üzerine yerel yöneticiler, konuyla ilgilenmesi için eski eserler dairesinden bir arkeolog gönderilmesini isterler. Beklenen kişi kısa sürede gelir. O günlerde meslekî kariyerinin henüz başlarında gencecik bir akademisyen olan Aztek tarihi uzmanı Dr. Hector, kazı alanında bir kaç gün boyunca çalışır ve hafriyat sırasında ulaşılan bulguları tek tek inceler. Ardından da onlarca basın mensubunun huzurunda, yüzünde muzaffer bir ifadeyle şu açıklamayı yapar: "Aztekler'in, Hernando Cortes tarafından yıktırılan büyük tapınağını yeniden bulduğumuzu tüm dünyaya ilan ediyorum." Bölge derhal SİT alanı ilan edilir ve her türlü trafiğe kapatılır. Dr. Montezuma, kazılara gönüllü olarak katılan Aztek kökenli yüzlerce yurttaşının yardımıyla, kayıp tapınağın temelini tamamen günışığına çıkartacaktır. Kazılar sırasında yeraltından çıkartılan pek çok tarihi eser de hemen yakınlarda kurulan Templo Mayor Müzesi'ne taşınır. Şimdi söyleyeceklerim karşısında lütfen sıkı durun. Aztekler'in son imparatoru Montezuma'nın yıktırılmasını gözyaşları içinde, tir tir titreyerek izlediği büyük tapınağını 458 yıl sonra yeniden insanlık mirasına kazandıran bu gencecik bilim adamının tam adı "Hector Montezuma"dır. Ve Montezuma da günümüz Meksikasında pek sık rastlanmayan Aztek kökenli bir soyadıdır. Öyküsünü daha önce öğrendiğim Templo Mayor Tapınağı'nın kalıntılarını karmakarışık duygular içinde gezdim, ardından da hemen yanıbaşına kurulu bulunan aynı adlı harika müzeyi... O günlerin genç akademisyeni Dr. Montezuma, günümüzde ise ülkesinde çdk iyi tanınan ünlü bir arkeoloji profesörü olmuştu. İşin ilginç yanı, temellerini kendisinin attığı Templo Mayor Müzesi'nin de müdürlüğünü yapmaktaydı. Prof. Montezuma'yı ziyarete gittim ve kendisiyle Azteklerin katledilişleri üzerine bir kaç saat süren güzel bir sohbet yaptık. Görüşmemizin bir yerinde kendisine bu inanılmaz soyadı benzerliğini nasıl yorumladığını sorduğumda, parmağını kaldırıp mütebessim bir ifadeyle havayı gösterdi ve şöyle dedi: "God!" (Allah!") Olup biten herşeyin kaderin bir tecellisi olduğuna inanıyordu. O an ben de, inançları ne olursa olsun, bir haksızlık karşısında kendisine içtenlikle yakaran mazlumlara Yüce Yaratıcı'nın ne denli adil davrandığını düşündüm. Bu arada, öykümüzün en ilginç tarafını daha henüz anlatmadığımı belirteyim. Templo Mayor'un yeniden ortaya çıkartıldığı dönemlerde, bir kaç yüz metre ileride kurulu bulunan görkemli San Fransisco Katedrali'nin gövdesinde ise derin çatlaklar oluşmaya başlar. Önceleri zamana bağlı doğal bir yıpranma olarak algılanan bu çatlaklar şaşırtıcı bir hızla büyür ve binanın ayakta kalmasını tehdit eder hale gelir. Ayrıca, dayanıksız bir zemin üzerine yapıldığı anlaşılan tarihi yapı her yıl bir kaç santim toprağa batmaya başlamıştır. San Fransisco Katedrali'ni de ziyaret ettim. Günümüzde çıplak gözle kolayca farkedilecek bir biçimde eğilmiş olan bu yapının her köşesi çelik köşebentlerle desteklenmiş durumdaydı. Çökme tehlikesi olduğundan dolayı, çok özel günler haricinde toplu ibadete kapalı tutuluyordu yorgun katedral. Gezim sırasında görevlilerin turistlere İçeride yürürken mümkün olduğunca sessiz dolaşmalarını öğütlediklerine tanık oldum. Uzmanlara göre, sorun temelden başladığı için San Fransisco Katedrali'ni ilelebet ayakta tutma şansı yoktu, yalnızca geçici tedbirler alabiliyorlardı. Yapının muhtemelen 20 yıl gibi bir sürede de tamamen çökmesi bekleniyor. Evet, Montezuma işkence altında son nefesini verirken Yaradan'ına sığınıp, kendisini ve ülkesini yokedenlere çok derin bir beddua etmiş. Aradan geçen yıllarda Meksika nice acılar çekti. Önce İspanyollar ülkeden çekilmek zorunda kaldılar. Ardından bağımsızlık yanlıları topraklarının yarısından fazlasını ABD'ye kaptırdı. Sonunda bağımsız Meksika da kuruldu, ancak başı hiç bir zaman dertten kurtulmadı. Ardarda kaybedilen savaşlar, doğal afetler, askerî darbeler, enflasyon, berbat yöneticiler, benzersiz bir suç dalgası ve daha nice köklü sorunlar. Dünyanın sayılı petrol üreticilerinden biri olmasına ve onca yeraltı zenginliğine karşın, bu güzel ülke günümüzde de büyük ağabeyi ABD'nin gölgesinden kurtulup ayakları üzerinde doğrulmayı bir türlü başaramıyor. Montezuma'nın laneti mi? Yok canım siz de! Şu bilim çağında böyle birşeye inanılır mı, o sadece bir efsane!
"Fâtih" ile "işgalci" arasındaki farkın en tipik örneği: Hernando Cortes
İngilizcede, yeni diyarlar fetheden, bunu yaparken de fethettiği toprakların sakinlerine karşı asil insanlara yaraşır bir tutum sergileyen komutanlar için kullanılan saygı yüklü bir sıfat vardır: "Conqueror"... Aynı ingilizce dili "işgalci"yi ise "fâtih"den kesin bir çizgiyle ayırarak, onu "invader" şeklinde adlandırır. Yani, tıpkı Türkçede olduğu gibi İngilizcede de "fetih" ve "işgal" kavramsal olarak birbirinden tümüyle farklı yerlere oturtulmuştur. Fetheden fethettiği yere daha çok özgürlük ve uygarlık getirir, oradaki mevcut kültürel mirasın üzerine yenilerini ekler; işgalci ise yalnızca tahrip için gelir, karşısına çıkan her değeri acımasızca yakıp yıkar. İşte, İspanyolların sonradan büyük bir pişkinlikle "Conquistador" (fatih) diye adlandırdıkları Hernando Cortes de tam böyle bir adamdı, yani tipik bir "işgalci". 1485'de İspanya'nın Merida bölgesinde doğan Cortes, ailesinin kendisini eğitim görmesi için Salamanca kentine yollamasına karşın, okula devam etmedi ve gençlik yıllarını tam bir aylaklık içinde geçirdi. Sonradan sekreterliğini üstlenecek olan Fransisco Lopez de Gomara, günümüze kadar ulaşan anılarında onu "anne ve babasının başına sürekli dert açan, kavgacı, acımasız, haylaz ve kibirli bir genç" olarak tanımlıyor. Bütün zamanını denizcilerden Christoph Kolomb'un Batı Hind adalarını işgal öykülerini dinleyerek geçiren ve bu arada da kadın peşinde koşturup duran maceraperest Cortes'in en büyük hedefi ise uzak diyarlara açılmaktır. Bu amacına da henüz 19 yaşındayken, 1504'de İspanyol Komutan Velazquez'in Küba seferine katılarak ulaşır. Çok başarılı bir yalaka olması nedeniyle, komutanının orada kurduğu sömürge yönetiminin hazine katipliğine getirilir, yerlilerden çaldığı altınlarla servetine servet katar ve bu arada da frengiye yakalanır. Karayipler'de geçirdiği uzun yıllar sonucunda, her açıdan pişmiş profesyonel bir İspanyol yağmacısına dönüşür ve engin tecrübeleriyle birlikte 18 Şubat 1519'da Yucatan yarımadasına büyük sefere çıkar. Cortes, o dönemde en yüksek düzeyine ulaşmış bulunan Aztek uygarlığını yalnızca iki yıl içinde kelimenin tam anlamıyla mahveder. Güney'deki Yucatan'dan başkent Tenochtitlan'a uzanan geniş bir coğrafyadaki bütün önemli dinsel yapıları yıktırır, en iyimser tahminle 250 bin Aztek yerlisini korkunç işkenceler altında bağırta bağırta öldürür. 1524'de daha güneydeki Honduras'a yaptığı keşif gezisi nedeniyle zorunlu olarak başkentten ayrılınca, bizzat kendi adamları tarafından kumpasa getirilir ve tüm servetine el konularak yönetimden devrilir. Artık tıpkı ilk gençliğindeki gibi beş parasız ve yalnız bir adamdır. Ona güvenini çoktan yitirmiş olan kralın Meksika'ya yeni bir genel vali ataması üzerine, 1540'da İspanya'ya geri döner. Ancak, bir ayağı çukurda olmasına karşın, yüzbinlerce yerlinin kanına girdiği Meksika'ya bir kez daha gidebilmek için can atmaktadır. Krala gönderdiği yalvarma cümleleriyle dolu bir sürü mektubun ardından 1547'de işgal ettiği topraklara dönmesine izin verilir. Ancak, kader onun kılıcıyla kirlettiği Aztekler'in ülkesini son bir daha görmesine izin vermeyecek ve daha yolu yarılamaya bile fırsat bulamadan gemide ölecektir.
|
|