Garp kültürü İslâm dünyasına tekniğin açtığı kapıdan mı girdi?

04:0023/10/2017, Pazartesi
G: 18/09/2019, Çarşamba
Yasin Aktay

Her zaman geçerliliği olan ve sıfırdan başlatılıp herkesi kendi saflarında hizasına dizebilecek tartışma konularından biri bu. Teknolojiyi kültüründen ayırt etmek mümkün mü?Bu tartışmanın 19. Yüzyıl'ın sonlarında bütün İslam dünyasında önemli bir karşılığı vardı ve aslında genel geçer İslami çevreler bu tartışmaya cevaplarını sonraki kuşaklardan daha rahat vermişti:Elbette teknoloji ve kültür birbirinden ayrılabilir şeylerdi.Bu o kadar da anlaşılması, kabul edilmesi zor bir durum değildi.Bu konuda

Her zaman geçerliliği olan ve sıfırdan başlatılıp herkesi kendi saflarında hizasına dizebilecek tartışma konularından biri bu. Teknolojiyi kültüründen ayırt etmek mümkün mü?

Bu tartışmanın 19. Yüzyıl'ın sonlarında bütün İslam dünyasında önemli bir karşılığı vardı ve aslında genel geçer İslami çevreler bu tartışmaya cevaplarını sonraki kuşaklardan daha rahat vermişti:
Elbette teknoloji ve kültür birbirinden ayrılabilir şeylerdi.
Bu o kadar da anlaşılması, kabul edilmesi zor bir durum değildi.

Bu konuda ulemanın büyük çoğunluğu teknoloji ithalini caizden de öte bir dini gereklilik olarak görüyordu. Ne de olsa düşmanın silahıyla silahlanmak, zamanın gerektirdiği imkanlardan ümmeti mahrum bırakmamak gerekiyordu.
Yani modernleşmenin en önemli taşıyıcısı olarak teknoloji bu yolla dini bir motivasyon bile kazanıyordu
.
Sonraki kuşaklarda İslam adına modernleşme eleştirilerini dillendirenler için belki modernizme saptıran
“ilk günah”
gibi değerlendirilecek bir tavırdı bu.
Başını
Mehmet Akif Ersoy
’un çektiği İslamcı Sebilürreşad çevresi de bu konudaki çözümü aynı doğrultuda, yani aynı “ilk günah”ı irtikap edercesine ve oldukça basit bir formülle ifade etmişti bile:
Batının tekniğini ve işe yarar bilgilerini alıp kültürünü onlara bırakmalıydık.
Bu formülün en güzel ifadesi Akif’in şu dizeleridir:

‘Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atını;

Veriniz hem de mesâînize son sür’atini.

Çünkü kaabil değil artık yaşamak bunlarsız;

Çünkü milliyeti yok san’atın ve ilmin; yalnız.’

‘Sâde Garb’ın, yalınız ilmine dönsün yüzünüz.

O çocuklarla beraber, gece gündüz didinin;

Giden üç yüz senelik ilmi tez elden edinin.

Fen diyârında sızan nâ-mütenâhî pınarı,

Hem için, hem getirin yurda o nâfi’ suları.’

Sonradan bu formül yetmişli yıllardan sonraki İslamcı entelektüeller tarafından çok eleştirildi.
Eleştirilerin temelinde teknik ile kültürün bir birbirinden ayrıştırılamayacağı, tekniği bir kültürün yarattığı ve teknik alındığı takdirde kültürün de zorunlu olarak geleceği varsayımı tartışılmaz bir kaziye olarak kabul ediliyordu.

İlk bakışta şık görünen, büyük laflarla dolu bu “tipik-entelektüel” eleştirel-ifadelerde açıkça son derece aceleye getirilmiş çıkarımlar ve tarihsel gerçeklere, Müslümanların o günkü dertlerine karşı bariz bir sinik lakaytlık vardır.

Ulemanın modernleşme yanlısı olarak görülen tutumunu basitçe bir sınıf olarak gücün, yani devletin yanında hareket etmeyle açıklamak, onların Müslüman toplum için karşılaştıkları gündelik sorunlara, milli beka sorunlarına karşı pratik çözümler bulma sorumluluğunu görmezden gelir.

Sanırım o günün ulemasının elinin taşın altında olmasından dolayı, sonradan Müslüman toplum için fiilen hiçbir sorumluluk taşımayan cumhuriyet dönemi entelektüelleri gibi fantezi yapacak lüksleri yoktu.

Akif de, arkadaşları da, Batı emperyalizminin yükselişi karşısında devlet adına, Müslüman toplum adına ciddi bir beka sorununu hücrelerine kadar hissediyorlardı ve bir çözüm arayışı içindeydiler.

Fıkıh zaten eşyanın aslında ibahat olduğunu söylüyordu. Bu, modern dönemde ihdas edilmiş bir ilke değil. Haram olduğuna dair bir delil bulunmayan her şey helaldir.
Hele bu helal olan şey bir de pratik fayda sağlayan bir şeyse “onu Çin’den bile almanın” hiçbir mahzuru yoktu. Batı’dan neden alınmasındı? O yüzden “alınız ilmini Garb’ın” deyimi, Müslüman bir toplumun sorumluluğunu taşıyan bir bilinç ve ahlak açısından ciddi bir sorun teşkil edemezdi.

Sebilürreşad çevresini bu tezden hareketle eleştirenlerin bir avantajı Türk modernleşmesinin sonraki seyrinde ampirik olarak gerçekleşen olaylarla desteklenebiliyor görünmesiydi. Çünkü zamanla teknikle birlikte sonuçta batı kültürü de alınmış bulunuyordu. Bugün Türk modernleşmesi sadece batılı teknikleri ve kurumları almakla yetinmemiş, batılı ideolojik değerleri ve gündelik hayat tarzı ve kültürünü de olduğu gibi ithal etmiştir.

Oysa,
Türkiye’nin batılı değerleri benimsemesi bazı batılı teknolojileri ithal etmiş olmasının zorunlu bir sonucu değildi.
Cumhuriyetin kurulması ile birlikte zaten
Sebilürreşad
çıların tezlerinin sınanma zemini veya imkânı kalmamıştı
.

Çünkü Cumhuriyet bir siyasal irade olarak modernleşmeyi topyekûn bir batılılaşma projesi olarak benimseyenlerin diğerlerini tasfiyesiyle sonuçlandı. Bu saatten sonra zaten artık kültürsüz bir teknoloji ithali seçeneğini takip edebilecek bir siyasi irade kalmıyordu. Cumhuriyeti kuran kadroların modernleşme programı, batılı değerler arasında fazla eleyici bir seçim yapmıyor, aksine, bütün batılı değerler, kurumlar, hatta giyim kuşamın bile topyekûn ithalini öngörüyordu.

Yani kısaca, Batılı kültür vehmedildiği gibi teknolojinin açtığı kapıdan İslam dünyasına girmiş değil.
Aksine siyasetin genişçe açmış olduğu yoldan akmış ve empoze edilmiştir. Tarih boyunca her türlü teknolojik gelişmede Müslümanlar ya öncü olmuş veya o teknolojileri edinmede hiçbir zaman dini öne sürerek geri kalmamışlardır. Sayısız örnekler verilebilir. Ama işin asıl kısmını ıskalamadan konuyu tartışmaya devam etmek gerek.
#Batı
#İslam
#Türkiye
#Mehmet Akif Ersoy