Hiçliğin sesine serenat

04:006/08/2017, Sunday
G: 17/09/2019, Tuesday
Rasim Özdenören

ben ölebilirim ama sen çak çakben kendimi haplara sen çiviyi o masayahuzursuz zihnimi gömebilmem kendimi bir duvaraduvarda canlı bir hayvan tik takbeni öldürecek bu hiç olmak hiçin olmak bu hiçtürk edebiyatı diyorum girdaba türk şiirinin müşfik kollarıbirbirine kavuşmaz müsteşriklerse hiç anlamaz hiç anlamazhiç anlamaz bu suyun ötekinden farkınıne gelmiş ne ertelenmiş sorular... sorular...her şey bitmiş olur sen gelmiş gitmiş olursan farazaburada yas başlayacak bütün sesleri susturbeni duy bir kere

ben ölebilirim ama sen çak çak

ben kendimi haplara sen çiviyi o masaya

huzursuz zihnimi gömebilmem kendimi bir duvara

duvarda canlı bir hayvan tik tak

beni öldürecek bu hiç olmak hiçin olmak bu hiç

türk edebiyatı diyorum girdaba türk şiirinin müşfik kolları

birbirine kavuşmaz müsteşriklerse hiç anlamaz hiç anlamaz


hiç anlamaz bu suyun ötekinden farkını

ne gelmiş ne ertelenmiş sorular... sorular...

her şey bitmiş olur sen gelmiş gitmiş olursan faraza

burada yas başlayacak bütün sesleri sustur

beni duy bir kere duy lütfen duy

(Hayriye Ünal, Şimdi Aşk Ebediyen Değişir’den, s.24)

Birini yitirme kaygısıyla bir yaşamayı denemek bile ürperti verici bir deney... Bir de o kaygıya konu olmuş kimsenin yitip gitme tehlikesi, yitmesi...

Bela diye buna demiyorsak acaba bela diye neye ad vereceğiz?

Döşeğimde Ölürken
romanının ölmeye yatmış annesini aklınıza getirin. Anne yukarı katta hasta yatağında... Aşağıda bir marangozun çivi çakan çekicinin sesleri. Anne yatağından pencereye dek sürüklenmiş, aşağıya bakıyor. O tak tak, çak çak seslerinden mi tedirgin olmuştur acaba? Rahatsız edici bir şeyler var... Kendi mecalsizliği, gurbette kalmışlığının umarsız yası, kimseye söz geçirememenin, kendi benine hükmedememenin bitkinliği ve her şeyin birdenbire yarım kalmışlığının taşıdığı eksiklik duygusu ve onu bitkin bırakan sayrılık... Aşağıda neler oluyor acaba? Tak tak.. çak çak... bir tarafı daha enli öbür uca yaklaştıkça daralan bir kutu, bir tabut... Bu, onu Yoknapatawna’ya ya da Mississippi’ye götürecek tabut... Tabutu yapan oğlu...

Daha hayattayken yok olduğunu, yokluğa hükümlü bulunduğunu görmenin dehşeti kelimelerle ifadeye imkân bırakmayan çetrefilli, karışık, karmaşık bir iç bulantısı. İnsan kimileyin kendi ölümünü tasavvur eder ve bunda katlanılmayacak bir durum bulamayabilir. Kendi ölümüne katlanmak kolaydır. Ama sevdiğinin ölümüne katlanmak, onun tabutunun çivisinin çakıldığını görmek ve katlanmak zor, zorun zoru... Bu müstakbel hal acaba hangi kelimeyle ifade edilse katlanılabilir hale gelir: “beni öldürecek bu hiç olmak, hiçin olmak, bu hiç...” demek kadar kolay mıdır o hiç oluşa, yokluğa katlanmak? Ben ölebilirim, tamam. Ama sen? Ya sen? Bu, kendi yok oluşumu görmek kadar kolay değil...

Bu nedenle onun arkasından yükselen yalvarmanın sesi ne denli içli olursa, gücü o denli yüksek olur ve bir o kadar da boş... Çünkü artık giden gitmiştir, bundan sonra yas başlar ve yasın sessiz çığlığı tüm şivanları bastıracak güçtedir.

O şivan, o içli yakarış giden tarafından bir kez duyulsa, duyulabilse, hep duyulacaktır. Fakat heyhat! Giden gitmiştir. Artık ne giden için ne arkada kalan için gecikme olacaktır. Orada bir tek yokluğun sesi duyulur, ebediyetin yani hiçliğin... O ses de her kulağa erişmez...

#Türkiye
#Edebiyat
#Hayriye Ünal