Hep treni kaçırdığımız söylenir. Avrupa ülkelerinin 18. yüzyılda başlayıp 20. yüzyılın başında bitirdiği sanayileşme döneminin biz ve bizim gibi ülkelerde hiç başlayamadığı ifade edilir. Bu süreçleri yaşamayan; yani sanayileşmemiş ülkelerin; eğer vatandaşlarının çalışmasını gerektirmeyecek derecede altın, petrol, doğalgaz gibi doğal kaynakları da yoksa, ekonomik olarak belirli bir segmentte takılı kalacağı, buna bağlı olarak siyasi olarak da demokratikleşmesini tüm kurumlarıyla ve dört başı mamur şekilde tamamlayamayacağı analizleri yapılır.
Doğruya doğru, durumumuz bu. Türkiye sahiden de Batılı ülkelerin yaşadığı üretim bandı tecrübesi anlamında, sanayileşmesini tamamlamış bir ülke değil. Üstelik biz daha yola çıkma planları yaparken, Batı bir tur atmış ikinci turu koşuyordu. Ağır sanayi, 20 yüzyıl başlarında yavaşlamış, 2. Dünya savaşının ardından tarihe gömülmeye yüz tutmuş, üretim biçimi elektroniğe, kimyaya ve biyo-teknolojiye evriliyordu.
Ne demek istediğimi bir örnek üzerinden somutlaştırayım: 20. yüzyılın ikinci yarısında dünyanın en başarılı sanayi ekonomisine sahip olan, 50 ile 60 yılları arasında ABD’yle atbaşı giden, uzaya füze gönderen, 80’lere gelindiğinde sanayi alanında ABD’den çok daha fazla üretim yapan; mesela ABD’de üretilenden % 80 daha fazla çelik, % 42 daha fazla petrol, ABD’de üretilenin 2 katı demir, 2 katı traktör üreten Sovyetler Birliği, güçlü ekonomisine rağmen dağılmaktan kurtulamadı. Bu dağılmanın pek çok nedeni var elbette, ancak sebeplerin önemlilerinden biri ekonomik: Dünyadaki üretim sisteminin değişmiş olması ve Rusya’nın, o dönemki adıyla Sovyetler Birliği’nin bu sisteme ayak uyduramayıp hala ağır sanayide, sanayi ekonomisinde takılı kalmasıydı.
Yani Sovyetler Birliği, tıpkı erken sanayi dönemlerinde olduğu gibi, ekonomisini tükenir kaynaklar üzerine kurmuştu. Her ne kadar bilime, araştırma ve geliştirmeye önemli ölçüde kaynak ayırmışsa da; devletin bürokratik hantallığı, katı kurallar, biraz da Rusya’nın ekonomik yönetim aygıtının bekçilik üzerinden işlemesi, hız ve risk gerektiren teknoloji devrimini ellerinden kaçırmalarına neden olmuştu. Sovyetler Birliği, giderek tıpkı hemen bütün azgelişmiş ülkeler gibi dışarıya sadece doğal kaynaklar satmaya başladı. 30 yıl içinde süper güç olan Sovyetler, 80’lerden sonra 10 yıl bile sürmeyecek bir hızla yavaş yavaş durağanlaşmaya başladı. Çünkü Sovyet ekonomisi ve teknolojisi, yukarıda saydığım alanlarda, yukarıda saydığım nedenlerle, 70’lerin ortasında başlayan enformasyon teknolojisindeki devrim niteliğindeki gelişmelere ayak uyduramamıştı. Sonrasını biliyoruz.
ABD’ye gelince; bir analize göre, ABD’de 2008 yılında patlayan ve tüm dünyayı sallayan ekonomik krizin asıl tarihinin 90’ların sonu ve 2000’lerin başı olduğu öngörülmüştü; ancak Silikon Vadisi’nde boyutları giderek daha da küçülen elektronikle ortaya çıkan bilgisayar sanayi ve telekomünikasyon teknolojisi, mukadder krizi belki 10 yıl erteledi. Rusya ise bu tarihte bir mikronaltı çip bile yapamıyordu.
Bütün bunları neden anlattığıma gelince; Türkiye’de yerli otomobil konusunda ilk adımın atıldığı günden itibaren sürekli olumsuz yaklaşımlar sergileyen bir kesim var. Geçtiğimiz günlerde gazetelerde çıkan bir habere göre, akademik çevreler Türkiye’de yerli otomobil projesinin ekonomik olmadığına işaret etmiş. Habere göre, akademikler otomobil üretmek yerine drone, roket teknolojilerine yatırım yapmanın daha gerçekçi olacağını söylemişler.
Elbette Türkiye, şimdiye dek olduğu gibi, bundan sonra da otomobil üretmese parçalanmaz. Bir ülkenin batmasının da çıkmasının da belirleyici faktörü tek başına ekonomi değildir çünkü. Ama yıllardır Erdoğan’ın yaptığı duble yolları, kanallar ve geçitleri, havaalanı ve köprüleri beğenmeyenlerin, hatta ince ince dalga geçenlerin bildiğini sandığım gerçek şu ki; sahiden de bir ülkenin inşaatla büyümesinin yanıltıcı olacağı ve bir yerde tıkanmaya, sonrasında patlamaya mahkum olduğu, dolayısıyla Türkiye’nin bilim ve teknolojiyi birinci önceliği haline getirmesi gerektiğidir.
Şimdi yapılan da bu. Tamam, akaryakıtla çalışan otomobil teknolojisi çöp olmuş durumda. Gerçekten de, Türkiye’nin mazotlu ya da benzinli otomobil yapmaya kalkışması, -bence- çok anlamlı olmazdı, 1900’lü yılların başındaki Amerika’nın Ford üretim bandını yeniden keşfetmeye bendeniz de lüzum görmüyorum. Ancak elektrikli otomobil teknolojisi yeni ve dünya bu teknolojiyi kullanma ve geliştirme konusunda en az Türkiye kadar acemi…
Bu yüzden, her ne kadar treni kaçırmış gibi gözüksek de, bu konuda bir şansımız olabilir diye düşünmekteyim. Elbette drone ve roket teknolojileri de önemsenmeli. Türkiye’nin henüz bebek adımları attığı enformasyon teknolojileri, uydu yapımı, savunma sanayi ürünleri, İHA ve SİHA’lar, yerli yazılımlar ve eğitim uçakları konularında da hızlanması, bu alanlara sermaye ve insan yatırımını arttırması gerekiyor. Şaka değil, ciddiyetle çaba gösterilmesi gereken alanlar bunlar da…
Ama, elektrikli otomobil üretimi yapacaksak da, ilk olarak kendimizi küçümsemeyi bırakmamız gerekiyor. Ve hemen tecrübe ve bilgi biriktirmeye başlamamız… İlle de birilerine öfke yansıtılacaksa, 100 yıllık Cumhuriyet tarihinde bugüne dek tek bir adım atmayanlar bunu daha çok hak ediyor sanırım.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.