Vize krizi ve “40 katır 40 satır” politikası

04:0011/10/2017, Çarşamba
G: 18/09/2019, Çarşamba
Özlem Albayrak

Türkiye ve ABD arasında baş gösteren vize krizi ne zaman sona erer bilinmez, ancak ABD tarafından başlatılan, ortak tarihte eşi görülmemiş derecede ağır bir tavır olan bu işlemin tevil götürür yanı olmadığı açık. Vizelerin askıya alındığı kararı duyulur duyulmaz, ABD saflarına geçiveren anlı şanlı solcularımızın utanmasını sağlayabilecek bir cümle bulmak zor, ama sırf Konsolosluk görevlisi gözaltına alındığı için hastasından öğrencisine, turistinden diplomatına tüm Türk vatandaşlarını cezalandırma

Türkiye ve ABD arasında baş gösteren vize krizi ne zaman sona erer bilinmez, ancak ABD tarafından başlatılan, ortak tarihte eşi görülmemiş derecede ağır bir tavır olan bu işlemin tevil götürür yanı olmadığı açık. Vizelerin askıya alındığı kararı duyulur duyulmaz, ABD saflarına geçiveren anlı şanlı solcularımızın utanmasını sağlayabilecek bir cümle bulmak zor, ama sırf Konsolosluk görevlisi gözaltına alındığı için hastasından öğrencisine, turistinden diplomatına tüm Türk vatandaşlarını cezalandırma yoluna giden ABD Dış İşleri’ne sorulacak birkaç soru var.


Şöyle ki:

ABD İstanbul Başkonsolosluğu, daha 15 Temmuz darbesini koordine eden Adil Öksüz’ün neden konsolosluk tarafından arandığının hesabını verememişken, aynı günlerde diğer FETÖ imamlarıyla Konsolosluk görevlilerinin neden telefonlaştığını açıklayamamışken; 250 kişinin öldürüldüğü bir darbede rolünün olup olmadığı sorgulanmak istenen bir çalışan için ABD Dış İşleri’nin verdiği bu tepki orantısızdan öte, çok çok tuhaf değil mi?

ABD Dış İşleri’nin bilgisi olmadan atılamayacak denli büyük olan sözkonusu Vize adımı, ABD’nin Türkiye’nin taleplerine rağmen FETÖcü’leri yani darbeci, katil bir terör örgütünün üyelerini koruduğu şüphelerini tesciller görüntüsü vermiyor mu?

Hem Konsolosluğa bilgi verilmeden bir çalışanın emniyet tarafından sorgulanmasına, tüm Türk vatandaşlarını etkileyecek kadar ağır bir karşılıkla mukabelede bulunacak derecede “bozulan” ABD'li yetkililer; Türkiye’nin devlet bankasının Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Hakan Atilla’nın tutuklu yargılandığı davaya, Ekonomi eski Bakanı Zafer Çağlayan, Halkbank eski Genel Müdürü Süleyman Aslan, bankanın üst düzey yöneticisi Levent Balkan’ı da dahil ederek “dolandırıcılık” gibi bir başlık altında yargılamanın Türkiye’nin egemenliğine müdahale anlamına geldiğini bilemeyecek durumda insanlar mı?

Onu da bırakın, ABD’nin, NATO üyesi ve müttefik olduğunu söylediği Türkiye’ye parasıyla dahi silah satmazken, PKK-PYD örgütüne –Türkiye’nin bu konudaki haklı kaygıları ortadayken- 3 bin TIR olduğu söylenen rakamlarda silah temin etmesi bırakın müttefik olmayı, düşmanlık dışında hangi yaklaşımla açıklanabilir?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz Mayıs ayındaki ABD ziyaretinde, Türk Büyükelçiliği önünde ABD güvenlik güçlerinin sağlamadığı güvenliği Erdoğan’ın korumalarının sağlamasını “kavga” olarak adlandıran ve korumaları yargılayarak tutuklama kararı çıkaran ABD savcıları görevlerini yapıyor da, kanlı bir darbeyi soruşturan ve bu minvalde –itiraf etmeye çoktan başladığı söylenen- bir konsolosluk çalışanı Türk vatandaşını gözaltına alan Türk savcılar oyun mu oynuyor?

ABD’nin hem FETÖ elemanlarını koruyor görüntüsü verip, hem PKK’ya neredeyse açıktan destek çıkarken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın korumalarına Mayıs ayındaki olay nedeniyle silah satışını durdurması ve Türkiye’nin savunma sistemi için gerekli silahları satmamasını hangi ittifak ilişkisi içinde değerlendirmek gerekirdi de; Türkiye bunu başaracak derecede müttefik niyetine ve yaklaşımına sahip değildi? Cevaplarını bilmenin sahiden ciddi hayal gücü gerektirdiği sorular bunlar...

Öte yandan, iki ülke arasındaki gerginliğin vize olayıyla pik yapmasının nedeninin, ne büyükelçilik çalışanının gözaltına alınması, ne de İdlib harekatı olmadığını söyleyenler; Türkiye’nin Avrupa Birliği-NATO ekseninden kopup Avrasya-Rusya’ya yakınlaşmak “kabahati”nin karşılığını aldığını iddia ediyor.

Öyle bile olsa, Türkiye’nin Suriye iç savaşının en başından bu yana, güvenli bölge, uçuşa yasak bölge diyerek defalarca NATO kuvvetlerini ikna etmeye çalıştığı, bunun karşılığında -düşman addettiği- PKK-PYD örgütlerine yapılan “müttefik” yardımıyla ve yatırımıyla karşılaştığı da, kimsenin ayılamadığı bir devlet sırrı değil. Kaldı ki, komşu ülke olarak üç buçuk milyon Suriyeliyi, toplumsal çatışma, ırkçılığın yükselmesi ihtimallerini de göze alarak ve hemen hemen hiçbir yardım almadan ağırlayan, yıllardır ağırlamaya devam eden, yani elini taşın altına koyan ülke de Türkiye.

Buna rağmen ABD başta olmak üzere Batılı güçler, genelde Ortadoğu’da ve özelde Suriye’de Türkiye’ye rağmen politik hamleler yapmaktan vazgeçmedi. Vazgeçmediği gibi, Türkiye’nin sınırının hemen altında olan bitenlere boyun eğerek, başına gelecekleri beklemesini istedi. Bu yapılmadığında da, yıllara yayılmış şekilde adım adım artan bir tansiyon ortaya koydu ve son olarak Türkiye ayarında bir ülkeye hiç uygulanmamış vizelerin askıya alınması gibi ağır ve kabul edilemez bir tutum takındı.

Lamı cimi yok, bunun adı ya kırk katır, ya kırk satır politikasıdır. Ve egemen olduğunu iddia eden bir devletin kendini bu dikotomiye mahkum etmesi beklenemez. Yönünü, eşitliğin sözkonusu olacağı ve karşılıklı çıkar ilişkisi kurulabilecek bir rotaya dönmeyip de ne yapacaktı Türkiye? Kürdistan hayalinin ABD eliyle gerçek kılınmasını mı bekleyecekti? FETÖ’nün yaptıklarının hesabını sormayı, mahşere mi bırakacaktı? Her ikisi de meşru, teritoryal ve siyasal egemenliğinin kumandasını binlerce mil uzaktaki ABD’ye mi bağışlayacaktı?

Amerikan nefretiyle dolu olan ya da her mevzuda savaş çığırtkanlığına savrulan, “ver mehteri” modunda biri değilim, hiç de olmadım. Ama hem müttefik olmanın gereklerine tek bir sefer bile riayet etmeyip, hem de sizin dostluğunuzu her defasında acımasız şekilde sorgulayanın samimiyetinden şüphe edilir. İttifak böyle yapılmaz, sahici müttefikler de böyle davranmaz. Nokta.

#Türkiye
#ABD
#Vize