Yazıyı yazdığım günden bu yana, ne Barzani referandum inadından vazgeçti, ne de Türkiye başta olmak üzere O’nu uyaran büyükler yaklaşımlarını değiştirdi. Geldiğimiz noktada Ortadoğu’da ise durum şu: Suriye’nin hali ortada, ülkedeki 6 yıllık karışıklığın parçalanma ya da en azından federasyon sonucu doğurmadan sona ermesi neredeyse imkansız gözüküyor. Lübnan, “Lübnanlaştırma” teriminin de ifade ettiği gibi, “etnik-dinsel/mezhepsel, dilsel, ideolojik vb. açılardan derin şekilde bölünmüş, büyük güçlerin müdahalesine açık, iç savaş ihtimali yüksek bir toplumun”* devleti olarak orada duruyor. Irak, zaten Saddam sonrası hem etnik, hem dini ayrımların rol oynadığı üç farklı eyalete bölünmüştü, şimdi ise Kürt bölgesel yönetimi lideri Barzani’nin ısrar ettiği bağımsızlık referandumu sayesinde fiili parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya.
Son 15-20 yıllık süreçte Ortadoğu’da yaşananlar -Arap Baharı’nı da bu sürece rahatlıkla katabiliriz- Batılı güçlerin doğrudan müdahalesiyle olmadı, ama o güçlerin oluşmasına katkıda bulunduğu bir zemin kaybı dolayısıyla oldu. İstikrarsızlık, Ortadoğu’nun kaderi haline getirildi, sosyolojiler kimlik çatışması üzerinden şekillendirildi, ülkelerin merkezi yönetimleri kendi varlığını ve bütünlüğünü koruyamayacak denli zayıflatıldı. Bu devletler, uluslar arası arenada kendi ülkelerinin çıkarlarının peşine düşmeyi bırakın, oldukları gibi bile kalamadılar, varoluş mücadeleleri vermeye başladılar. Barzani’nin başlattığı bağımsızlık referandumu da bu manzaranın bir sonucu aslında.
Medyada, “Ortadoğu’da bir Kürt devleti ‘kurdurulacağı’ nasılsa aşikar oldu. Olası bir PKK devletindense en azından ilişkilerimizin iyi olduğu Barzani’yi destekleyelim” minvalinde yazanlar/konuşanlar var; “Kürtlerin de hakkı değil mi bağımsızlık” diye düşünenler de var. Bunlar haklıymış gibi görünen bakış açıları, ama bana kalırsa mesele bağımsızlıktan da, Kürtlerden de biraz daha büyük.
Kürdistan’a gelmeden önce şunları soralım kendimize, zira gözümüzün önünde duran, yaşanmış örnekler var:
Bugün bir mahallesinden diğerine gitmenin bile belayı çağırmak anlamına geldiği Lübnan’ın barış, felah içinde yaşadığını söyleyebilir miyiz? Karşılıklı olarak birbirini şeytanlaştırmış onlarca toplumsal grubun birbiriyle barışması için, Lübnan’dan daha kaç devlet çıkarılabilir? İkinci dünya Savaşı’na dek peyderpey dizayn edilen Balkan devletlerinin en irice olanları, Yunanistan ve Bulgaristan zaten hep büyük ağabeylerince korunup kollanır, boylarından büyük işlere karışmaya da heves etmezlerdi.
Peki, Yugoslavya’nın dağılmasının ardından -görece torpil geçilen Sırbistan ve Hırvatistan dahil- kurulan hangi ülke, el kadar toprağıyla dünya üzerinde herhangi bir varlık gösterebilmiştir. Üçlü yönetim altında her hafta bir nefret eylemiyle tanışan, çocuklarını gönderdikleri okulların kitaplarında kendilerine hakaret edilen, savaştan sonra bile diken üstünde yaşamaya devam eden Boşnaklara, Makedonya’ya, Arnavutluk’a barış-refah-mutluluk üçlüsü uğramış mıdır acaba? Yugoslavya yönetimi berbattı; ama dağılmasının ardından hele de Müslümanlar için hayat hiç bayram oldu mu? Olmadı. Tıpkı diğer Balkan devletleri için olmadığı gibi, tıpkı Lübnan’da olmadığı gibi, tıpkı Irak’ta olmadığı gibi…
Yukarıda saydığım tüm devletlerin ortak özellikleri egemen oldukları alanlarda toplumsal huzuru ve ekonomik istikrarı sağlayamamaları. Zira bu ülkeler hem bellerini doğrultamayacak, uluslararası alanlarda bir fark yaratamayacak kadar küçükler; hem de esas alınan vatandaş kimliği tektip, dışlayıcı bir aidiyet üzerinden temellendiği için toplumsal çatışma oranı daha yüksek toplumlardan oluşmakta. Bu ülkelerin hepsinin kendi devletleri var; ama olması gereken alanların hiçbirine egemen olamayan bir devlete “egemen devlet” denebilir mi?
Denemez.
Çünkü bu devletlerde vatandaşlık tanımı anayasal yurttaşlığa bağlı bir temelden yükselmez, ırk ya da din ya da mezhep üzerinden yükselir; ve devlet bu özellikleri haiz olmayan vatandaşı ötekileştirmeye ayarlıdır. Sonra ne mi olur? Aşiretçilik, bölgecilik alır başını gider. Adına Iraklaşma denilebilir, Lübnanlaşma ya da Balkanlaşma denlebilir, ama durum değişmez. Devlet görünümlü kabilelerdir sözkonusu olan.
Zira, Ortadoğu’da etnik, mezhepsel, dinsel her ötekileştirme toplumsal ayrışmaya, her toplumsal ayrışma da parçalanmaya davetiye çıkarır. Türkiye’nin, Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğü için ısrar etmesinin altında yatan nedenlerden biri budur.
Sözün özü; Toprakların işgal edilerek sömürgeleştirildiği zamanlar geride kaldı artık; ama gözümüzün önünde şekillenen bu coğrafyaya bakarak, sömürgeciliğin yeni bir biçimiyle karşı karşıya olduğumuz rahatlıkla söylenebilir…
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.