“Ölüm karşısında kendimize sahip olursak, onunla egemenlik ilişkileri kurmuşsak yazabiliriz ancak” diyen
, şöyle sürdürür sözlerini:
“Karşısında direncimizi yitirdiğimiz şey, egemen olmayacağımız bir şey midir bu, öyleyse kalemin altından sözcükleri çeker alır, sözü keser; yazar artık yazamaz, çığlık atar, beceriksiz, karmakarışık, kimsenin duymadığı ya da kimseyi heyecanlandırmayan bir çığlık.”
Blanchot, ölümün yazılamayışını egemenlik ilişkisindeki yetersizliğe bağlasa da,
,
vb. doğmakla aslında
söyleyerek, zaten yazılmış olan büyük hükmün karşısında
susmanın kaçınılmaz olduğunu
belirtirler. Dolayısıyla “karşısında susulan şey” olarak ölüm, gündelik dile girmez; neredeyse tüm dillerin karşısında dilsizleştiği bir tanıklık olarak, muhataplarının suskunluk elbisesini giyinmelerini zorunu kılar.
Çünkü
ölen, kendisinden sonraya kalanlara yok’luğundan başka hiçbir şey bırakmaz.
Ki bu yokluk, tanımlanamadığı gibi, hatta tanımlanamadığı için asla tüketilemeyen bir yokluktur. Dolayısıyla bu yokluk, tüketilemeyişi nedeniyle aynı zamanda üstesinden gelinemez, kendisine hükmedilemez bir doluluktur ki, zaten İbn Arabi’nin kavlince, “
yokluğun yokluğu, varlıktır
.”
Blanchot’un egemenlik dediği şey de tam tersinden burada ortaya çıkar. Ölenle ilgili hatıralar (havatır), geride kalanların kalplerine anbean doğarak,
onun yokluğunu, doluluğa tebdil ederler.
Diğer bir söyleyişle, ölüm karşısında akıl susmaya yazgılıyken, kalp, sınırları nihayetsiz bir zarf olarak, ölenle ilgili kendinde toplanan hatıraları tahattura yazgılıdır.
Hal böyle olunca ölünenin kalana bıraktığı yegâne şey olan yokluk, doluluğu yönünden varlığı zorunlu olan bir şeye dönüşür ve tıpkı Heidegger’in “hiç hiçmektir” deyişindeki gibi,
yokluk, varlığı her daim yoklanabilen şey
haline gelir ve zandan bilgiye, kayboluştan buluşa, korkudan emana, şüpheden imana evrilerek asıl anlamını bulur.
Belki de ölümü anlatmak için dile ihtiyaç duymamamızın (ve/ya dilsiz kalışımızın) hükmü de burada ortaya çıkar:
konusunda mutmain olan
kalbin tattığı inanma zevki dile tenezzül etmemeyi de beraberinde getirir
ve yukarıda zikrettiğim şekliyle, Batı aklının çığlık atmak, beceriksizleşmek, karmakarışık olmak, kimsenin duymadığı ya da kimseyi heyecanlandırmayan bir çığlığa dönüşmek dediği şey de yerini “
ve ata’na ğufrâneke rabbenâ ve ileykel masîr
” (işittik ve itaat ettik, affına sığındık ya rabbi, dönüş sanadır) ilahi kelâmının zikrine bırakarak,
ölümü yazmak isteyeni yazamamaktan müşteki değil, yazmaktan müstağni hale getirir
.
Hasılı ölüm metafiziği hakkında şimdi daha ne yazarsam yazayım, geçtiğimiz
Çarşamba günü ahirete uğurladığımız,
ilgili,
yazma ile yaz(a)mamanın berzahına
durma kararımdan vazgeçirmiyor beni.
Zihnimde hiç silinmeyen şu surete, kalbimde hiç gölgelenmeyen şu hatıraya bakarak yazmak istiyorum:
Ozan köyündeyiz. Dört yaşlarında olmalıyım. Annemle otoyoldaki bahçemizden evimize gidiyoruz. Sırtında kocaman bir ot balyası, benim elimden tutuyor, omzunda kız kardeşim var, erkek kardeşime ise hamile.
Dağ gibi bir annenin hikâyesi de dağ kadar büyük, anlatma ve dinlenilme merakını doğuran bir hikâye olacaktır elbette.
Ama şu hususa bakarak da yazmak istemiyorum:
İnsanın bir annesi olur ve o bir defa ölür
.
Bu
, duygulara sirayeti, kalpteki etkisi kelimelere sığmaz, hikâyenin üç sürecine hapsolmaz. Olmayı ve ölmeyi gereğince (mümince, rabbinin hükümlerince) müdrik olma çabasının önceliği de zaten onu dile getirmeyi gereksiz kılar.
O halde, annemin vefatında İstanbul’dan, Ankara’dan, Yozgat’tan Kırıkkale’ye gelerek bizleri yalnız bırakmayan; telefonla, sosyal medya mesajlarıyla, e-postalarla taziyelerini ileterek hüznümüze ortak olan akrabalara, dostlara, arkadaşlara, kardeşlere, tanışlara (ailemizi de temsilen) teşekkürlerimi ileterek bağlayayım sözlerimi.
Mü’mini mü’mine destek kılan Rabbimize şükürler olsun.