Kudüs’te duacısı olmayan bir mezar

04:007/11/2017, Salı
G: 18/09/2019, Çarşamba
Ömer Lekesiz

Üç gün önce, akşam ile yatsı namazı arasındaki dar vakitte, Reklam Genel MüdürümüzAbdullah Hanönü’nün davetiyle Kudüs’te bulunan bir grupla, el-Aksa’daki sebilleri, kubbeleri, medreseleri ve kimi mezarları birlikte gezdik.Mağribe Kapısı’ndan başlayan gezimizde, batı duvarını (kemerlerini) izleyerek Nazır Kapısı’na yaklaştığımızda, mekanın alacakaranlıkta belirsizleşmesini de fırsat bilerek arkadaşlara, “solumuzda beddua edebileceğiniz iki kişinin mezarı var, takdiri size bırakıyorum” diyerek yürüdüm.Bunu

Üç gün önce, akşam ile yatsı namazı arasındaki dar vakitte, Reklam Genel Müdürümüz
Abdullah Hanönü
’nün davetiyle Kudüs’te bulunan bir grupla, el-Aksa’daki sebilleri, kubbeleri, medreseleri ve kimi mezarları birlikte gezdik.

Mağribe Kapısı’ndan başlayan gezimizde, batı duvarını (kemerlerini) izleyerek Nazır Kapısı’na yaklaştığımızda, mekanın alacakaranlıkta belirsizleşmesini de fırsat bilerek arkadaşlara, “solumuzda beddua edebileceğiniz iki kişinin mezarı var, takdiri size bırakıyorum” diyerek yürüdüm.

Bunu derken, sonradan birilerinin o mezarları öğrenerek beni eksik tanıtım yapmakla suçlayabileceklerini düşünmüş ama aynı anda hatırlanmalarına ve işaretlenmelerine vesile olmaktan kaçınmayı da gerekli görmüş olmalıyım.


Nitekim merhum
Akif Emre
de aynı konuda bir Müslümanın ikazına uğrayışını 2 Ocak 2000 tarihli Yeni Şafak’taki yazısında şöyle dile getirmişti:

“Mescid-i Aksa’nın avlusunda Şerif Hüseyin’in mezarının tam yerini soruyorum Müslümanlardan birine. Birkaç gün önce avluya bakan odalardan birinde olduğunu görmüş ama yerini bulamamıştım. Adamın kızgınlığını hiç unutmayacağım: İlgilenecek başka mezar bulamadınız mı? Şehitlerin, ulemanın mezarları dururken o hainin mezarıyla mı ilgileniyorsunuz?”

Dolayısıyla o yer, el-Aksa’yı ziyaret edenlerin yok hükmünde gördükleri bir yerdir; derin bir boşluk doğurur bakışlarda ve kesin bir sükûta muhatap olur.

Belki de bedduaya bitişik bir sükût olduğundandır kesinliği, emin değilim, ama kendi adıma o yeri bilmek bile istemediğimi biliyorum; ne zaman oradan geçsem yüzümü sağa çeviriyor ve lainlerin cümlesi için Allah’ın lanetini talep ediyorum.

Suudi ailesinin veliaht prensi
Muhammed bin Selman
tarafından, hem mukaddes beldelerimizde İslam adıyla bir
zulüm devleti
kurulduğunun hem de bu devletin
Arabistan
ekinden çok
Amerika
ekini hak ettiğinin ifşası hükmünde olan ılımlı İslam’a dönme vaadini de yine Kudüs’te iken duydum.
Yukarıdaki tepkimle bu beyan birleşince,
kraliçenin krallarına
mahsus gerçekler tekrar şekillenmiş oldu.

Dün Şerif Hüseyin üzerinden yürüyen ihanet ve fitnenin bugün onun yaşayan varislerince sürdürülüyor olmasına hiç şaşırmadım.

En azından
TDV İslam Ansikopedisi
’ndeki
Azmi Özcan
imzalı şu bilgiyi paylaşayım ki, Kudüs’e gittiğinizde mezkur yerle ilgili ne yapacağınıza siz de kendiniz karar verin:

“Cemal Paşa’nın Ağustos 1915 ve Mayıs 1916’da Beyrut ve Şam’da devlete ihanetle suçladığı bazı Arapları idam ettirmesiyle oluşan gergin ortamı değerlendiren Şerîf Hüseyin Haziran 1916’da Mekke’de isyanı başlattı ve 27 Haziran tarihli bildirisinde İttihat ve Terakkî yönetimini dinsizlikle suçlayıp isyanını meşrulaştırmaya çalıştı. 16 Haziran’da Cidde, 17 Eylül’de Tâif düştü. Böylece Medine dışındaki önemli Hicaz şehirleri isyancıların eline geçti (...). Şerîf Hüseyin Kasım 1916’da kendisini Arap ülkelerinin kralı ilân etti. Ancak isyan ederken beklediği desteği bulamadı. Pek çok yerden ardı ardına yapılan açıklamalarda Şerîf Hüseyin ihanetle itham edildi ve Müslüman bir devlete karşı İngilizler’le iş birliği yapmış olmaktan dolayı lânetlendi.

1917 Bolşevik İhtilâli’nden sonra savaştan çekilen Ruslar tarafından 1916 tarihli Sykes-Picot Antlaşması’nın ifşa edilmesiyle Filistin topraklarında bir Yahudi devletinin kurulmasını destekleyen Kasım 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu, Şerîf Hüseyin’in gücünü kıran gelişmelerdi.

Arapların liderliği iddialarını zayıflatıcı bu gelişmelere rağmen Şerîf Hüseyin, Ekim 1918’de I. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle Arap krallığı kurma girişimine devam etti. Fakat 1919 Paris barış görüşmelerinde beklediği ilgiyi ve desteği göremedi ve Hicaz’daki etkinliğini yitirmeye başladı. Filistin topraklarını İngiliz manda yönetimine bırakan barış antlaşmasını kabul etmedi. Bu arada İbn Suûd ile Hicaz hâkimiyeti konusunda çatışmaya girdi. İngilizlerin Şerîf Hüseyin’in iki oğlundan Abdullah’ı Ürdün, Faysal’ı Irak kralı yapması Şerîf Hüseyin’in Arap dünyasındaki itibarını iyice sarstı.

6 Mart 1924’te Türkiye’de halifeliğin kaldırılmasının ardından kendini halife ilân ettiyse de bu hareketi yakın çevresi dışında İslâm dünyasının her yerinde tepkiyle karşılandı. Mekke’yi kuşatan Abdülazîz b. Suûd tarafından krallığına ve halifelik iddialarına son verildi (16 Ekim 1924) Emîr Hüseyin, Akabe üzerinden Kıbrıs’a giderek İngilizlere sığındı. Sürgün hayatı, 1930 yılında rahatsızlanarak Ürdün emîri olan oğlu Abdullah’ın yanına gidişine kadar sürdü. Bir yıl sonra öldü ve Kudüs’te defnedildi.”

Bizler,
mühlet veren ancak asla ve asla ihmal etmeyen bir Tanrı’ya inanıyoruz.
Bunun örneklerini tarihten okurken, yaşadığımız günlerin kayıtlarını buna göre tutuyor ve dolayısıyla hatıraları da, hak ettikleri ölçüde hatırlamaya veya unutmaya gayret ediyoruz.
#Kudüs
#Filistin
#Abdullah Bin Selman
#Abdullah Hanönü