Hocalar ekrandaysa, mizan buradadır

04:008/08/2017, Salı
G: 17/09/2019, Salı
Ömer Lekesiz

Gilles Deleuze,Sinema I – Hareket-İmgeadlı kitabında, şey ve şeyin algılanımı hakkında şunları söyler:“Şey ve şeyin algılanımı bir ve aynı şeydir, bir ve aynı imgedir, ama iki farklı referans sisteminden biri ya da diğeriyle ilişkilidir. Şey, kendinde olduğu haliyle, bir bütün olarak etkilerine maruz kaldığı ve dolaysız olarak tepkide bulunduğu tüm diğer imgelerle ilişkili olduğu haliyle imgedir. Oysa şeyin algılanımı, onu çerçeveleyen ve ondan yalnızca kısmi bir etkiyi tutup ona yalnızca doğrudan

G
illes Deleuze
,
Sinema I – Hareket-İmge
adlı kitabında, şey ve şeyin algılanımı hakkında şunları söyler:

“Şey ve şeyin algılanımı bir ve aynı şeydir, bir ve aynı imgedir, ama iki farklı referans sisteminden biri ya da diğeriyle ilişkilidir. Şey, kendinde olduğu haliyle, bir bütün olarak etkilerine maruz kaldığı ve dolaysız olarak tepkide bulunduğu tüm diğer imgelerle ilişkili olduğu haliyle imgedir. Oysa şeyin algılanımı, onu çerçeveleyen ve ondan yalnızca kısmi bir etkiyi tutup ona yalnızca doğrudan tepki veren başka bir özel imgeyle ilişkili, aynı imgedir. Bu şekilde tanımlanmış algılanımda, asla şeyde olduğundan başkası ya da daha fazlası yoktur: Tam tersine ‘daha az’ı vardır. Şeyi algılarız, ama ondan bizi ihtiyaçlarımız bakımından ilgilendirmeyenleri çıkararak. İhtiyaçtan ya da çıkardan anlaşılması gereken, alımlayıcı yüzümüz uyarınca şeye ait bizde kalan çizgiler ve noktalarla, verebildiğimiz gecikmiş tepkiler uyarınca seçtiğimiz etkilerdir. Bu, özelliğin ilk maddesel anını tanımlamanın bir yoludur: Çıkarmaya dayalıdır, şeyden kendisini ilgilendirmeyeni çıkarır. Ama öbür taraftan, o halde şeyin kendisi kendini kendinde bir algılanım ve tam, dolaysız, yayılmış bir algılanım olarak sunmak zorundadır.”

Biraz açacak olursak: Göz, bakmaya durduğunda tümel olanı görür; bakmaya açıldığında en uzaktakine (ufka) bir an’da ulaşabilen gözün gördüğü görüşüne girebilen her şeydir. Tek ya da birkaç şeyin görülmesi ise tikel görmeyle mümkün olur.

Şöyle ki, bir sokağa baktığımda perspektif çizgilerinin kesiştiği son noktayı görürüm. Oradan diyelim ki sarı renkli bir apartmanı, onun dördüncü katını, onun sağındaki daireyi ve onun balkonunu görmek istiyorsam öncelikle perspektiften başlayarak bir dizi eksiltmeye başvururum.

Bu eksiltme(ler) sürecinde vaktin, ışığın, gölgenin, mevzilenişimin, tahayyül düzeyimin, duyularımın, duygularımın ve düşüncelerimin algım üzerindeki etkisini de ilgilendiğim şeyle sınırlarım ve o şeyin kendisini görmeye mahsus (eksiltilmiş) bir muhteva ile doldururum, tıpkı fotoğraf çekerken bir kadrajın içini doldurur ya da o şeyi kadrajın kendisi haline getirir gibi.

Alıntıyla ilgili bu açmanın yeterli geleceğini sanıyorum, çünkü onu uzatırsam dilim tamamen denemeye kayacak ve söz konusu alıntıya bağlı olarak asıl ele almak istediğim husus ötelenmiş olacak.

O husus şudur: retinal (optik) görüşün şey ve şeyin algılanımı ile ilgisinden hareketle, son zamanlarda televizyon ekranlarında izlediğimiz
hoca kapıştırmalarına
mahsus algımızın tabi olduğu seyir ve oluşuma değinmek istiyorum:
Öncelikle bu seyir,
nazar
anlamındaki seyretmeye değil, onun eş-anlamlısı olarak kullandığımız izlemeye tekabül eder. Dolayısıyla bu izlemenin, salt izleme olmak bakımından bir
boks maçını
izlemekten bir farkı bulunmadığı gibi, bilakis iyi
kapıştırma vaadine
bağlı olarak da onunla bizzat eşitlenir.

Ekranda bir şey olarak bir şeyliği (dini, mezhebi, camaati) temsil eden hocaların o şeylik adına nesnelleşmeleri kaçınılmaz olacağından, görünürlükleri de buna bağlı olarak, izleyen tarafından seçilen unsurlarıyla kendi algısına dahil olacaktır.

Örneğin, rakibi konuşurken diğerinin ona tahfif edici tebessümlerle bakması gibi. Bu tahfif hareketi aynı zamanda izleyeni, bir sonraki verilecek karşılığın sertlik derecesini merak etmeye iteceğinden, programdaki her
sonranın beklenişi
, boks maçındaki
yeni raundların beklenme heyecanına
dönüşecektir.

Burada, “hocaların programı harekete ve bundan doğan algıya değil asıl konuşma yoluyla oluşacak algıya tabi değil midir” diye sorabilirsiniz. Ancak bu konumuzun mevcut mahiyetini ve akışını değiştirmez, bilakis teyit eder.

Şundan ki, ekrandaki bir görüntünün gerçekliği, ekrandan gelen bir sözün gerçekliğinden daha yüksektir. Çünkü görüntü en azından oradadır ve o haliyle vardır ancak söz,
söylenen olabildiği kadar söyletilen
de olabileceği
için gerçekliği daha problemlidir.
İkincisi, görmedeki seçme daha basit iken, konuşmadaki seçme karmaşıktır. Hele ele alınan konunun uzmanı olmayan izleyici için (ki, çoğunluğu temsil ederler) bu karmaşıklık ağır bir yük oluşturacağından, algılama çabasıyla onun yapacağı seçme ‘daha az’ı değil,
azdan daha fazla’sı
şeklinde olacaktır.
Nedeni ise malumdur:
Kulak her sesi duyar
(tümel),
ancak kişi işitmek istediğini seçer
(tikel) ki, o da onu neredeyse eksiltmeye değil, işitmek istediği şeyin dışındaki her şeye kapanmaya iter.
İzleyici ile konuşmacı arasında dananın kuyruğunun koptuğu yer de tam burasıdır: Belirttiğimiz şekliyle seçme, seçme olmaktan çıkıp,
cımbızlamaya
dönüşür ve iki saatlik bir hocalar kapıştırılmasından algımıza takılan,
deve sidiği içmekle,
yetimliğin sünnet olup olmadığı
tartışmasından ibaret kalır.
Bu durumda,
televizyonda dini konuşmanın faydadan çok zarara neden olacağını bilmek
için arif olmak gerekmez.

Çünkü hocalar ekrandaysa, mizan buradadır.

#Sinema
#Gilles Deleuze