İsrail’in işgali altındaki Kudüs’te,
’e yönelik
ağır kuşatma, ibadetin engellenmesine gelip dayanınca
, Müslümanların birliğini arzulamada ve buna mani olan hususların eleştirisinde kayda değer bir artış meydana geldi.
Öncelikli olarak bunun güzel bir gelişme olduğunu teslim etmeliyiz, ancak İsrail’in zulmü karşısında kendilerini çok çaresiz hisseden kimi Müslümanların
(temiz) bir yönelişle
beklentilerini ya da
’ya sahip olma taleplerini paranteze alarak,
İslam aleminin birliği hususunda
belirtilen görüşlerin, yapılan önerilerin mahiyetine, düzeylerine yakından baktığımızda,
günümüz gerçekleriyle çok fazla örtüşmeyen bir değerlendirmeler tablosu
ile karşı karşıya bulunduğumuzu, ancak olumlu planda bunun da üstesinden gelinebilecek
bir düşünsel açılmanın, güçlü bir iradeyi yüklenmenin mümkün görülebildiğini
belirtmeliyiz.
Şöyle ki, örneğin “Kudüs’te, İşgalci İsrail tarafından ibadet özgürlüğünün ortadan kaldırılması
Müslümanların birliğini sağlamıyorsa, artık hiçbir şey bunu sağlayamaz” demek, İslam alemindeki Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen
, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki
hegemonik beşli paylaşımın
nedenlerini, sonuçlarını ve bunların devam eden etkilerini ıskalamak demektir ki, bu bilgisizliği büyüten diğer bir temel husus da
’nin (ilgili gerçekliklerin de zaman içinde efsaneleştirilmesi nedeniyle) İslam alemini birleştirdiğinin ve Kudüs’ü bu sayede Haçlıların elinden kurtardığının sanılmasıdır.
Önce buradan bakalım: Elbette Selahaddin’ninki çok büyük bir başarıdır ancak
o bu başarıya, İslam aleminin bir olmasıyla değil, kendisinin İslam aleminde güç zoruyla sağladığı birleştirmeyle ulaşmıştır.
Bunu teyit etmek için,
yediğimiz vurguna kadar gitmeye gerek yok, Kudüs’ün fethine (1187’ye) çıkan son yirmi yıla bakmak yeterlidir.
Ben bu konuda sadece
ile
’in tarihlerinde yıl yıl tuttukları kayıtlara baktığım halde başım döndü.
Çünkü, muktedir olanların belirlediği bir hilafet ve meşruiyette Müslüman sultanların, beylerin, valilerin, komutanların, ikta sahiplerinin kendi aralarındaki iktidar savaşları neredeyse kesintisiz olarak sürerken,
,
in,
ın
’la ve
’la olan savaşları da hız kesmeden devam etmiş; (günümüzde de adlarını sıkça duyduğumuz)
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
... birçok kez kuşatılmış, yağmalanmış, el değiştirmiştir.
Ayrıca yine bu yirmi yıldaki, Şia sapkınlarıyla yürütülen mücadeleler, depremler, kıtlıklar ve veba salgınları da cabasıdır; Maveraünnehir’de, Ifrikiye’de ve Endülüs’teki karışıklıklar da moral çöküntüyü pekiştirmiştir.
Şimdi, gündelik olumsuz haber sağanağının biraz dışına çekilerek, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra maruz bırakıldığımız (ya da emperyalistlerin bize zorla dayattıkları) tabloya, onu özetleme kabiliyetine sahip kavramlar üzerinden bakalım:
nin ve Batılılarca
in hemen ardından Osmanlı İmparatorluğu’nun
ı paylaşıma açıldığında,
(Suriye),
(Yemen),
(Mısır, Sudan, Cezayir, Tunus, Fas)
’nın,
’in,
’in ve
in,
’da Persler’in, daha ilerisinde
’in,
’ın,
’ın,
’in ve
’in Anadolu’da, Balkanlar’da ve Karadeniz’in kuzeyinde
’in,
korumak gibi çok tabii bir
ya düşmeleri,
lerini teminat altına almak için kendi aralarında ve emperyalistlerle çok çeşitli
girmeleri (kendi bağlamı içinde) doğaldı.
Burada asıl sorun, Müslüman münevverlerin, ulemanın ve siyasilarin, tebaların / kavimlerin / milletlerin yeni coğrafi ve siyasi şartlarda
doğal saymak zorunda olduğumuz gerçeklikler planında,
kavramlarını
ve dolayısıyla
işlevlerini süreklileştirecek
yeni bir moral yapı oluşturma konusunda
olmalarıdır.
Bu yüzdendir ki, kendi içinde doğal olan söz konusu oluşumlar, ümmet ve uhuvvet anlayışı içinde makulleştirilebilecekken, maalesef iç düşmanlıkların, toprak ve istiklal pazarlıklarının, ihanet suçlamalarının öznesi haline getirilerek, ikibinli yıllara taşınmıştır.
Bunlardan baktığımızda, elan İslam dünyasında bir birlikten söz etmek neredeyse imkansız görünmektedir. Ancak bu potansiyel imkansızlık İslam dünyasının birleşmesine asla ve asla engel de değildir.
Geriye dönüp Selahaddin’in gayretine ve devrine doğru bir bakış açısıyla bakmamız ve öncelikli olarak birlikteliği sağlayacak etkin, tabi olunabilir bir güce ihtiyaç duymamız bu bakımdan önemlidir.
İçimizden birileri bir ordu kurup, yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya dünyayı fethe çıksın demiyorum ki, değişen dünya ve siyaset şartlarında bu zaten ham bir hayalden öteye de geçmez.
Ancak Müslümanların, ulus ve kabile devletine, Batılılarla ilişki düzeylerine rağmen (hatta bunları birer gerçeklik olarak içlerine sindirerek), İslam dünyasına yönelmiş ve yönelebilecek işgaller, baskılar ve zulümler karşısında, ümmet ve uhuvvet kavramlarını (otak-pazardan, saldırmazlık anlaşmalarına kadar) yeni zamana uygun bir mahiyetle işlevselleştirmeleri ve dolayısıyla bir olmasalar bile birlikte olmaları mümkündür.
Kudüs’teki yeni gerilimlerle,
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan
’ın İslam dünyasındaki yoğun temaslarını, bir de bu açıdan okuyabilmeliyiz.