“Ne güzel Türkçe konuşuyorsun. Nerede öğrendin?” Yeryüzünde Mustafa Cambaz’ı bu soru kadar sinirlendiren başka bir soru bulunmaz.
Elinde Yunanistan pasaportu olduğu için, yabancı sanıyorlardı. Gariptir, böyle soranlar cahil insanlar değil, üniversitede okuyan sınıf arkadaşlarıydı.
Annesinden babasından öğrendiğini, Yunanca bilmediğini, Batı Trakyalı olduğunu, Gümülcine’nin bir köyünde doğduğunu defalarca anlattı, anlattı…
Evlad-ı Fatihan olduğunu bilmeyenler… Trakya’nın batı yakasını, tıpkı Halep gibi, Kerkük gibi misak-ı millî sınırları içinde olmasına rağmen elimizde tutamadığımızı bilmeyenler, ancak ayrıntılı şekilde anlatıldıktan sonra “Haa…” diyorlardı, “Demek öyle.”
Sınırları çizenler, sadece harita değil, kafalarımıza da sınırlar çekmişlerdi.
Mustafa’nın doğduğu toprakların, İstanbul’un fethinden önce alındığını unutturmuşlardı.
Bizim olandan da habersizdik, elimizden çıkandan da.
Üniversite çağına gelmiş bir öğrencinin Gümülcine’deki Menetler Köyünde dünyaya gelmiş ve orada büyümüş Mustafa Cambaz’ı yabancı zannetmesi ona o kadar acı geliyordu ki, “Ay-yıldızlı bir Türk pasaportu için, hayatımı veririm be” diyordu, “kıymetini bilin sahip olduklarınızın.”
Tiksinerek taşıdığı o mavili pasaportu günün birinde Yunan konsolosluğunda yırtıp attı.
Askerlik yapmasını istemişlerdi.
“Yunan ordusuna hizmet etmem” deyince, “Sen bilirsin kuzim” cevabıyla karşılaştı.
O biliyordu ne yapacağını.
Fakat işler gönlünden geçtiği şekilde gelişmedi. Türkiye Cumhuriyeti pasaportu alması için çok uzun prosedürler vardı ve o her defasında hiç beklenmedik bir aksilikle karşılaşıyordu. Bürokrasi denen bir duvar vardı önünde. Bakan emri bile dinlemiyordu. Vatandaşlık hakkını, ancak şehit olduktan sonra kazanabildi.
15 Temmuz’da şehit düşenlerin aileleri geçen yıl Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne davet edilmişti. Eşi Semra Hanım ve oğlu Alpaslan ile Ankara’ya doğru yola çıkmıştık. Mehmetçik Vakfı molasından sonra, telefon geldi. Mustafa Karaalioğlu, Bakanlar Kurulu kararı ile vatandaşlığının verildiğini bildiriyordu. Otuz yıllık hayat arkadaşı, gözyaşlarına boğuldu. “Vatandaş olabilmesi için can mı vermesi gerekiyordu?” sözü hâlâ kulaklarımda.
O yolculuktan daha bir buçuk ay önce, hep beraber aynı yolculuğu yapmıştık. Ulu Camiler kitabında yer alan fotoğrafların sergisi vardı. Kitap da yeni çıkmıştı. Henüz görmemiştik. Mustafa’nın ilk kitabıydı. Kitabını eline aldığı zaman, yüzündeki heyecan, mutluluk tarife sığmaz.
Yıllar süren çalışması, bir kitap halinde elindeydi.
Ve daha pek çok konuda hazırlıkları vardı.
Osmanlı Çeşmeleri, Kervansaraylar, Evler, ilk sırada gelmekteydi.
“Hepsini sırayla çıkarırız nasipse…”
Nasip değilmiş.
İnsan, ne planlar yapıyor, hayatta karşısına neler çıkıyor? Hesaba gelir yanı yok.
Mustafa yüz binlerce fotoğraf bıraktı geride.
Çektiği fotoğrafları isteyen olduğunda bir karşılık beklemeden veriyordu. Akademisyenler, üniversite öğrencileri, sanat tarihçileri onun yakın dostlarıydı. Bir gezide bir grup akademisyenle karşılaşmıştık. Hepsi iyi tanıyordu Mustafa’yı. Sizin siteden çok faydalanıyoruz” diyorlardı; mustafacambaz.com sitesi olmasa derslerimiz aksar.”
Şehit oluşunun ardından bir sene geçti. Böyle şerefli bir ayrılış, herkese nasip olmaz, onun farkındayız elbette. Ancak yirmi yılın her gününü beraber geçirdiğimiz yol arkadaşım Mustafa’yı her gün biraz daha özlüyorum.
Tatillere bile hep beraber çıkardık. Fotoğraf çekmek için memleketin dört bir tarafını karış karış dolaştık. Yeni yerler görmekten, yeni insanlar tanımaktan daha fazlasıydı o geziler. Bir defa bile birbirimizi kırmamış, üzmemiştik. Daima yardımlaşır, sıkıntıyı da sevinci de kardeşçe paylaşırdık. Ben onların köyüne gidebiliyordum fakat kendi sınır dışına çıkamıyordu. Pasaportu olmadığı için en fazla Edirne’ye kadar… Bir gün Edirne’de Selimiye minaresinin en üst şerefesindeyken, batıya doğru bakmış. Hava kapalı. Ağabeyini aramış. “Yağmur mu var köyde?”
Ali Ağabey şaşmış kalmış. “Nereden bildin? Yoksa yakınlarda mısın? Aldın mı pasaportu sonunda?”
İşte o zaman, hüzün ve neşeyle karışık o muhteşem kahkahalarından birini atmış minarenin tepesinden. “Ha ha ha… Yok be, ne gezer! Edirne’deyim, Selimiye’nin minaresinden fotoğraf çekiyorum.”
Annesiyle babası yaşlı olduğu için endişe ediyor ve baskı yapıyorduk. “Artık şu meseleyi hallet. Gerekirse Ankara’da yatak ser” diye. “Bu defa olacak” diyordu.
Günün birinde o ay-yıldızlı pasaportu alacağına inanıyordu. O zaman ilk gitmek istediği yer köyüdür sanıyordum.
“Yok” dedi, “ilk önce Mekke ve Medine. Sonra Kudüs. Sonra Bosna. En son köyüme gideceğim ve uzun süre kalacağım.” 15 Temmuz gecesi “Başkomutan’ın emriyle sokağa çıkıyoruz” mesajını attıktan sonra abdest alarak sokağa fırlayan Mustafa için evine dönmek nasip olmadı.
Saat biri çeyrek geçe telefonla konuşmuştuk. “Çengel’deyim abi” dedi, “şerefsizler kurşun sıkıyorlar vatandaşa.”
“Kim?” diye sordum.
“Asker kıyafetli darbeciler…”
“Aman dikkatli ol gözünü seveyim.”
“Tamam, merak etme.”
Öyle dedi ama merak edilmeyecek gibi değildi. Telefondan bile silah takırtıları geliyordu. Ve o geri duracak, sakınacak biri değildi.
Mutlaka öne atılıp bağırmıştır.
“Kimsiniz ulan siz? Kime kurşun sıkıyorsunuz? Kendi vatandaşınızı mı vuracaksınız?”
Adım gibi eminim böyle bağırdığına…
Şahidim yok. Sadece Mustafa’yı tanıyorum. Cümlelerin yeri bile farklı değildir, inanın. Belki arada “Manyak mısınız?” diye haykırmıştır, “Siz bu ülkenin askeri değil misiniz? Siz bizim evladımız değil misiniz?” diye sormuştur.
Konuşmamızdan beş dakika sonra vurulmuş ve şehit düşmüş.
Şehit oluşuyla gönlüm genişledi ama son anında yanında olamadığım için üzüldüm. Olabilseydim, koruyamazdım elbette. Onun kaderi, çok sevdiği, canından aziz bildiği vatanı için kanını canını vermekmiş. Yazılanı kim değiştirebilir?
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.