Türkiye hakemlik rolünü sürdürmeli

04:0024/07/2017, Pazartesi
G: 17/09/2019, Salı
Mehmet Acet

Geçen Ramazan ayında İran Büyükelçiliği’nden bir iftar daveti alınca, bu davetin, kafamdaki soruyu karşılaştığım ilk İranlı’ya sormak için iyi bir fırsat olabileceğini düşündüm.Gittim, iftarımızı yaptık, sonra İran’ın Ankara Büyükelçisi Muhammed İbrahim Tahiriyan Ferd’e o soruyu sordum.Soru biraz uzundu ve şöyleydi:“Ülkenizin fiilen içinde yer aldığı ya da destek verdiği İslam ülkelerindeki savaşlar yüzünden on binlerce insan hayatını kaybetti. Suriye’de destek verdiğiniz Esad, kendi halkından 500

Geçen Ramazan ayında İran Büyükelçiliği’nden bir iftar daveti alınca, bu davetin, kafamdaki soruyu karşılaştığım ilk İranlı’ya sormak için iyi bir fırsat olabileceğini düşündüm.


Gittim, iftarımızı yaptık, sonra İran’ın Ankara Büyükelçisi Muhammed İbrahim Tahiriyan Ferd’e o soruyu sordum.

Soru biraz uzundu ve şöyleydi:

“Ülkenizin fiilen içinde yer aldığı ya da destek verdiği İslam ülkelerindeki savaşlar yüzünden on binlerce insan hayatını kaybetti. Suriye’de destek verdiğiniz Esad, kendi halkından 500 bin Müslümanı katletti.
Yemen’de tarafı olduğunuz savaş yüzünden binlerce insan, çoluk çocuk kolera salgınına yenik düştü.
Sonuçta hep olan Müslümana oldu.
İsminde İslam Cumhuriyeti yazan ülkeniz, bu savaşlarda, bu ölümlere karşı neden İslami bir hassasiyet gözetmedi/gözetmiyor?”

İran Büyükelçisi sorumu sükunetle karşıladı.

Niye böyle diyorum, zira, daha önce buna benzer sorular karşısında sesinin tonunu yükselterek cevaplar veren İranlı diplomatlarla da karşılaşmışlığımız olmuştu.

25 sene öncesinden bir örnek verdi büyükelçi.

“Bosna Hersek’te savaş başladığında mezhep farklılığı gözetmeksizin ilk harekete geçen ülkelerden biri İran olmuştur”
dedi.

Peki ya günümüzdeki iç savaşlar, mezhep çatışmaları ve buralarda İran’ın rolü?

Soru dikkatleri buralara çekmeye çalışıyordu ama cevap güncelin çok ötesinden gelmişti.

Şimdi buraya bir virgül atıp devam edelim.

KRİZLERDEN YAPICI TUTUM VE GÜVEN VEREN HAREKETLERLE ÇIKILABİLİR

İslam coğrafyası 1400 küsur senelik tarihinin dördüncü büyük kriz dönemini yaşıyor.

İlki, ilk dönemde Müslümanların kendi aralarında yaptıkları, etkileri, ayrışmaları günümüze kadar devam eden savaşlar olmuştu.

Devamında Moğol istilalarının getirdiği yıkım, üçüncüsü Birinci Dünya Savaşı ve Osmanlı’nın yıkılışıyla ortaya çıkan dağınıklık ve parçalanmışlık hali.

Ve dördüncüsü içinden geçtiğimiz süreçte karşı karşıya olduğumuz iç savaşlar, mezhep çatışmaları, bölünmeler, parçalanmalar…

Bu dönemler haricinde bu 1400 yılın ekser kısmının barış dönemleri olduğunu, Müslümanların hem kendi aralarında, hem de kendi aralarında yaşayan farklı inançlara sahip insanlar arasında barış iklimini egemen kılan modeller ürettiğini biliyoruz.

Her durumda normale dönüş için tarihten gelen güçlü referanslarımız var.

Tabii, dışarıdan birileri bu savaşı körüklemek için ellerinden geleni arkalarına koymuyor.

Müslümanlar birbirleriyle savaşabildikleri kadar savaşsınlar, dökebildikleri kadar kan döksünler, intikam duyguları gelecek nesillere taşınsın, şehirleri harabeye dönsün, parçalandıkça parçalansınlar, küçüldükçe küçülsünler.

Ki, emperyalizmin temel projesi hep böyle olagelmiştir.

“Böl, parçala, yönet…”

Yeni Şafak’ın Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül epeyce bir süredir bir tehlikeden söz ediyor.

Mekke savaşlarından, tankların Kabe’nin etrafına konuşlandığı bir savaştan bahsediyor.

Bu tehlikenin Arap ülkelerinde de konuşulur hale geldiğini biliyoruz.

Birileri, mevcut çatışma alanlarının daha da büyümesi, Türkiye’nin toprakları da gözetilerek yeni cephelerin açılması, bu savaşın büyüyebildiği kadar büyümesi, uzayabildiği kadar uzaması için sinsice planlar yapıyor.

Avrupa’nın 30 Yıl Savaşları gibi, 100 Yıl Savaşları gibi hep savaş, sürekli savaş istiyorlar.

İŞBİRLİĞİ YAPMAKTAN BAŞKA ÇARE YOK

Bu açmazdan çıkmanın yolu, suhulet telkin etmek, işbirliği yollarını aramak, diyalog kanallarını sürekli açık hale getirmekten geçiyor.

Buna en fazla bugünlerde ihtiyaç var.

Neden derseniz, tehlikenin büyüyerek yayılma ihtimali işte oracıkta karşımızda duruyor.

Ortadoğu meselelerinde Türkiye’nin zaman zaman devreye soktuğu bir hakemlik rolü var.

Bu rol özellikle bugünlerde çok daha önemli hale geldi.

2003 Irak müdahalesi günlerinden beri, bölgemizde bütün aktörleri mutlak taraf olmaya zorlayan, belli bir blokta saf tuttuktan sonra öbür blok ile bütün ipleri koparmaya teşvik eden, mezhep ve etnik temelli politikalar dayatıldı.

Ankara başından itibaren bu dayatmaya karşı uyanık bir tutum izledi.

Mezhep ve etnik ayrışmaya dayalı,
“Bloklardan blok beğen”
baskısına bütün kışkırtmalara rağmen direnmesini bildi.

Muhatapları tarafından kıymeti pek anlaşılamasa da, dış politika yaklaşımını olabildiğince kuşatıcı/kapsayışı bir zeminde tuttu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 5 Haziran’da ansızın patlak veren Körfez krizinin sona ermesi için sahaya indi.

Suudi Arabistan, Katar ve Kuveyt...

Erdoğan, Türkiye’nin hakemlik rolünü devreye sokarak bu üç ülkeyi ziyaret ediyor.

Kuveyt, başından itibaren krizin tarafları arasında arabuluculuk yapıyordu.

Suudi Arabistan ve Katar, krizin iki ana aktörü.

Ankara, 5 Haziran’dan itibaren Katar’ı aktif şekilde desteklese de, Suudi Arabistan’ı karşısına almamaya özen gösteren bir üslup tutturmayı başardı.

Doğru olan tutum buydu.

Son günlerde yapılan açıklamalar, Körfez krizinin yumuşama eğilimine girdiğini gösteriyor.

Erdoğan’ın ziyaretinin bu havaya pozitif bir kaktı sağlayacağını düşünebiliriz.

Bu türden hakemlik rollerini devreye sokmak, hele hele böyle zamanlarda çok önemli hale geliyor.

#Recep Tayyip Erdoğan
#Suriye
#Filistin
#Türkiye