Ne bilimsel ne manevi; ledün ilmi bütündür!

04:002/12/2017, Cumartesi
G: 18/09/2019, Çarşamba
Leyla İpekçi

Ne de olsa modern hayatta uluslararası düzeyde kabul görmüş bir sanatçının aynı zamanda müslüman olması mümkün değil diye bakılıyor. Öylesine ikiye bölünmüş zihinler. Bilimsel bilgiyle manevi bilginin bir bütün olduğunu dahi kavrayamayacak kadar bölünmüş, bilgiyi bir bütün olarak değerlendiremiyor modern insan. Kanıt peşinde koşayım derken gerçeği kendi dışında arıyor.Buğday bu işte. Tohumun karnındaki elif’i. Kimini ayıran çizgi, kimini birleştiren.Mesela bir film ki adı Buğday (eşim Semih ile

Ne de olsa modern hayatta uluslararası düzeyde kabul görmüş bir sanatçının aynı zamanda müslüman olması mümkün değil diye bakılıyor. Öylesine ikiye bölünmüş zihinler. Bilimsel bilgiyle manevi bilginin bir bütün olduğunu dahi kavrayamayacak kadar bölünmüş, bilgiyi bir bütün olarak değerlendiremiyor modern insan. Kanıt peşinde koşayım derken gerçeği kendi dışında arıyor.


Buğday bu işte. Tohumun karnındaki elif’i. Kimini ayıran çizgi, kimini birleştiren.

Mesela bir film ki adı Buğday (eşim Semih ile birlikte yazdık senaryosunu) dinî bir kıssaya dayanıyorsa, bu zaten bilimden kopuk oluyor kimilerinin kafasında. Din deyince, küresel dünyayı yönlendiren batının laik/dini olarak ayırdığı zihin gereği bunun bilimi dışladığı önkabulü var. Ki filmimizde bu önkabulle dünyaya bakmanın 'bütüne bütünden bakıp bütünü bulabilme' marifetimizi nasıl unutturduğu ve nelere malolduğu anlatılıyor zaten.

Başrol oyuncumuz Jean Marc Barr, ünlü yönetmen Lars von Trier’in tüm filmlerinin aktörü. “Burada yepyeni bir ahlak anlayışı keşfettim” diyor. (Bkz. söyleşi Olkan Özyurt, Sabah) Çünkü bilgiyi ayırmak, bölmek gibi takıntısı yok. Gönül bütün, onun gibi perdesizler için.

Bugün, “filminiz bilimsel bilgiyi dışlıyor” diyenler kusura bakmasın: Filmin dayandığı Musa-Hızır kıssasındaki ledün ilmini ne bilimsel bilgiyle sınırlandırabilirsiniz ne de bilimsel bilginin dışında kalan diğer bilgi çeşitleriyle! Filmde seyirciye din bilgisi aktarımı yerine hayatın bugününde canlı somut olaylar içindeki manada derinleşebilsinler diye kişisel tabir gücüne dayalı sinematografik bir anlatı sunuluyor.

Talebimiz tabii var, seyircinin kendini eserin içine katma marifeti. Ama Trier gibi hıristiyan ögeleriyle dogmayı anlatan bir usta yönetmeni yere göğe koyamayanların Kaplanoğlu’nu “ama inancı kutsuyor” diye mahkum etmeleriyle perde bazılarına hep kapalı kalıyor sinemada da hayatta da!

***

Bu kadar da değil. Dine aleni bir saygısızlık olursa insan haklarına uygun düşmeyeceği için bu sefer de iktidar yanlısı denilerek düşmanlaştırıyorlar. Kimse kusura bakmasın ama saray denilerek hor görülen külliyeye işgalci ve darbeci güçler tarafından bombardıman açıldı, orayı korumak için koşturan vatandaşlar şehit edildi bu ülkede. Orası külli vücud. Hepimizin iradesinin tecelli ettiği benliksiz makam, Türkiye’nin kalbi.

Yirmi yıldır tek başımıza uluslararası filmlerimize ortak ararken, bütçelerle boğuşup beş yılda bir film yapabiliyorken, devletin verdiği krediler hibeymiş gibi bize iftira atanlarla boğuşurken, devletin en üst düzeyinden böyle (sanat filmi denilerek hor görülen) bir filme sahip çıkılacağını düşünsem hiç inanmazdım.

Ki buna vesile olan ne ironiktir ki, eşim Semih’in yakın zamanda ödül alırken sahnede maruz kaldığı örgütlü kabalık.

Çıtayı yükseltecek eserlerin devlet düzeyinde kabul gördüğüne tanık olmak, müthiş bir ikram. Hele iki yazımdan birinde durmadan kültür sanat meselelerinde devletin ve bürokrasinin tavrını eleştirmekle mesai harcayan benim gibi bir yazar için. Ama bilmeyen, bilmek istemeyen ve bilime yegâne put olarak tapanlar için onca emek çaba uğraş, onca ödenen bedel tek bir cümleden ibaret: “Yönetmenin eşi zaten iktidarın gazetesinde yazan biri!” Ah ironi!

Mesela bilimle dini birbirine karşıt olarak kodlayanların dünyasında kalp ilmini ögrenmeye başlayan bir kahramanın gündelik hayatına ses vermeye çalıştığım Başkası Olduğun Yer ve mürid-mürşid ilişkisinin bugününe eğildiğim Dem Yüzü adlı romanlarım orada öylece dururken.. Sadece kendi bildiklerine kanıt toplayarak hayatı değerlendirenlerin bilmediğine teslim olmasının anlamlarına dalmalarını nasıl bekleyelim?

***

Tam da bu eksende ilerleyen Musa-Hızır kıssasını merkezde tutarak devam edelim o halde. Yunus’un “şeriat tarikat yoldur varana, hakikat marifet ondan içeri” dediği gibi, şeriata peygamber davet eder. Ama hakikate davet yoktur, orada Musa-Hızır kıssasındaki gibi, talip olanın ıstıraplı yolculuğu vardır. Talip olanın tabi olduğu, sırattan ince bir çizgide yolculuk: Mürid mürşidini yutar, sen ben olur, aşık maşuk olur. İlk tohum ile son tohum bir olur. Buğday nefes olur.

Kimileri Hızır (as) ismi şudur, kendi budur diyerek ona tek bir şahsiyet atfetmiş, tarihsel bir bilgiye hapsedip durmuştur mana erini. Kimileri dinin katmanlı yapısını es geçerek tasavvuf yolunu dinden ayrı bir olgu gibi ele alarak gerçeğin bilgisini bölmüş, parçalamıştır.

Dini hep tarihte kalmış olaylarda, di’li geçmiş kıssalarda arayanların kıssadaki hikayenin tabirine odaklanmasını nasıl bekleyelim? Gemisini delecek, fasık olacak nefs çocuğunu boğup, duvarının altındaki hazineden gönül çocuğunu büyütecek Resulullah hakikatinin temsilcisi bir mana eri (Hızır) bütün dini vecibelerini yerine getiren kişiye de lazım evet. O nefestir.

Zira ol nefesi çekmeden, nefsini müslüman etmeden, (teslim almadan, terbiye etmeden) müslim olamıyor kişi. Nefsini bilmeden de nefsindeki sultan sırrını açamıyor, Rabbini bilemiyor. Ol nefes ki, buğday dahil özümüzdür.

İmdi sadece bilgiyi seküler manevi diye ayıranlar bilim putçuları değil. “Hızır’ın adı kıssada zikredilmez, nereden biliyorsunuz” diyen itirazcılar da keşfetmek, öğrenmek yerine doğrusunu ben bilirim diyerek aynı tavrı sergiliyor.

“Allah’ın kullarından salih bir kul,” evet. Onu bir kişiyle sınırlamamak, şahsileştirmemek ve o makamı bir bütün olarak kabul edebilmekle başlıyor, ayetin ilk etaptaki tefsiri. Sonsuz şimdide tutuyor saliki. Musa (as) gibi bir peygamber de olsanız, bilmenin sonu yoktur, daima daha iyi bilen vardır bu alemde diyor bize kıssa.

Bilgiyi tekelinde sandığın sürece bütün o kızdığın seküler tipler gibi, inanç ile bilim arasında bilgiyi bütünlüğünden koparıp ikiye bölüyorsun. Bilime tapanlar manevi bilgiye itiraz edip bilimselliği bilginin yegane özelliği olarak putlaştırıyor. Sen de kendi inancını putlaştırıyorsun. Şeriat ile tasavvufu, hakikat ile marifeti iç içe geçmiş manalarından ayrı zannederek, parçalayıp duruyorsun.

***

Küresel seyircinin aksiyon filmleriyle, eğlendiren oyalayan kaba güldürülerle zevki ve donanımı o kadar vasatlaştı ki, sanat filmi denilerek yine bütünden ayırdığı bir filmin içine giremeyecek kadar pasifize oldu.

Bir filmin içine girmek için dayandığı kıssayı bilmek veya kaynaklara başvurmak hiç gerekmez. Dünyanın çeşitli yerlerinde gösterilen Buğday’a gönlü açık olan herkes müthiş yorumlar yaptı, yapıyor. Bulgar, Brezilyalı, İngiliz, İspanyol, Alman, İranlı, Amerikalı, Japon...

Biraz olsun filmin içine girmekten korkup inanç ile bilim arasında, “biz sadece birinden yanayız” diye tutturup bunu mahkum edenler demek ki kendini beyazperdede izlemeyi isteyenler kadar gönül açıklığına eğilimli değil.

Malatya’daki bir teyzenin, “ben öyle Tarkovski filan bilmem, topraktan geldik ve toprağı kirletirsek toprağa dönemeyiz” demesinde saklı gerisi: İnsanın tüm varoluşun özü olduğu, bir uzvu bozulduğunda, alemdeki birçok şeyin de bozulmaya uğradığı, bu herşey ile her şey arasındaki kopmayan bağı sezmede saklı..

Sanat, tıpkı buğday tanesinin karnındaki elif çizgisi gibi, birleştirmeye de hizmet ediyor, ayrıştırmaya da. İlahi cümbüş ne de olsa!

#İlim
#kültür