“Meslek-i Muhammedî’lerin mekanı!”

04:0011/11/2017, Cumartesi
G: 18/09/2019, Çarşamba
Leyla İpekçi

Beş yıl önceydi. Üsküdar’da bir pasajın en alt katında, ufacık bir kitap dükkanının açılışına geldik. –Ki sadece vitrinden ibaretti boyutu- diyebilirim. Dükkanın en ilginç özelliği ise sergilenen kitaplardı. Tasavvuf edebiyatının ve hakikat dilinin ne kadar açık ve saklı hazinesi varsa –Yunus Emre’ler, Niyazi Mısri’ler, Osman Kemali’ler, Vahip Ümmi’ler, Şaban-ı Veli’ler, Selami Ali’ler, Hallac-ı Mansur’lar, Senai Hasan Şabani’ler, Nasuhi Efendiler... Hepsi ile birlikte bir açılışta olduğumuzu o

Beş yıl önceydi. Üsküdar’da bir pasajın en alt katında, ufacık bir kitap dükkanının açılışına geldik. –Ki sadece vitrinden ibaretti boyutu- diyebilirim. Dükkanın en ilginç özelliği ise sergilenen kitaplardı. Tasavvuf edebiyatının ve hakikat dilinin ne kadar açık ve saklı hazinesi varsa –Yunus Emre’ler, Niyazi Mısri’ler, Osman Kemali’ler, Vahip Ümmi’ler, Şaban-ı Veli’ler, Selami Ali’ler, Hallac-ı Mansur’lar, Senai Hasan Şabani’ler, Nasuhi Efendiler... Hepsi ile birlikte bir açılışta olduğumuzu o an sezmiştim.


Bir gönül açılışı, bir fetih! Hele kırmızı kurdeleyi keserken kalbimizin anadilinde birleştiriyorduk şevkimizi, fazla konuşmadan, fazla gürültü patırtı yapmadan. Bir de Nezahat’imiz vardı. Ebru Tatcı ve Mustafa Tatcı hocamızın kızı. Dört yaşındaydı o zaman. Kitap rafları arasında kayboluyordu, babasının bilgisayarının tuşlarında ilk şiirlerini okuyordu çocuk alfabesiyle!

Pasaj içindeki o görünmez minicik dükkan giyim mağazalarının, takı tezgahlarının, elektrikçi dükkanlarının arasındaydı, ama müşterilerden ziyade talipler geliyordu. Nezahat elinde oyuncakları, bir elinde Yunus Emre Tapduk Emre kitapları, dil oyunları ile söküyordu konuşmayı.

Sadece o değil, ondan kırk yaş büyük olan ben de bu dili söküyordum kitap sayfalarının arasında. O gün hissetmiştim; ruhumuzu ihya eden sayısız veli ve arifin divanını bu küçücük dükkanın raflarında bir bir keşfedecektim. Üstelik de sadece okuyarak değil, sohbetlerde içine dalarak, içini açarak, açarak... Ta ki her nutk-ı şerif bir çığır gibi yürekleri açana.... Ta ki her mısra bir aşk dokumatiği gibi kalbe dokuna, kalbi dokuya...

***

Bir iki yıla kalmadan üst kata taşındı kitap dükkanı. Daha ferah bir dükkana, daha geniş raflarla. İşte o sıralarda, hali hazırdaki yayınevimi değiştirerek, bir başka yayınevine de geçmeyerek, piyasada hiçbir kitabımın olmamasını da göze alarak, yeni kitabımla dahil oldum bu aşk kadrosuna. Acizane.

Başkasının işini değil kendi işimizi, Hak için, Hak ile, aşk ile yapmanın getirdiği bütün güllü ve dikenli yollardan geçecektik hep birlikte. Kimi zaman dükkanda sergilenen kitaplardaki menakıpları bire bir yaşayarak tefsir ettik canlı canlı. Kimi zaman gelenleri selamladığımız kadar giderlerin ardından el salladık.

Türkiye’de yayıncılık hızla yön değiştiriyordu. Yerli yerince durmak giderek zorlaşıyordu. Derken bir sabah pasaja geldim ve yan dükkanın taşınmakta olduğunu fark ettim. Acaba orayı da tutsak mı, genişleme vakti çoktan geldi diyesiydi yayınevimin elemanları. Çünkü “el ele el Hakka” bir seyir tutturmuş olsalar da, ticareti vardı işin, hangi bütçe, hangi para.... Derken, birkaç hafta içinde her şey oluverdi.

Artık sohbet için bir araya gelenler yayınevi için bizzat çalışmaya başlıyordu. Ne de olsa kitaba dokunmak ve kitapla dokunmak her şeyden önce insana dokunmayı, yüz yüze gelmeyi, birbirini sevmeyi, helalleşmeyi gerektiriyordu. Piyasada her gün pıtrak gibi bitiveren yayınevleri, vasat kapaklar, şipşak sipariş işler arasında iğneyle kuyu kazıyordu elemanlar. Övgülerle sövgüleri eşitlemek, hiçbir şeye aldırmadan kendi yolunda ilerlemek başlı başına çok öğreticiydi.

Pasaj kentsel dönüşüm sebebiyle yenilecekti. Yayınevim de Azat yokuşunda bir dükkana taşınıverdi pat diye! Fazla masrafa girmeden, ama çok zahmetlerle. Artık sohbet ve kitaplar vesilesiyle sohbete gelenlerle kurduğumuz kurbiyyet bir tür vakıf duygusu oluşturmuştu herkeste. Sohbet gönüllüleri artık harıl harıl çalışmalara katılıyorlardı hep birlikte. Sevgimizi, emeğimizi isabetli işlere kanalize etme ihtiyacı ağır basmıştı.

Muhammet Bâkır Köse ve Recep Alptekin’in genç yaşlarına rağmen geleneğimizin ve tasavvuf edebiyatımızın en önde gelen uzmanlarına taş çıkaracak donanımlarının yanına hızla piyasa tecrübesi de ekleniyordu. Tatcı hocamızın hassas çalışmaları ile el değmemiş yazmaları, gün ışığına çıkmamış divanları, menakıpları yayına hazırlarken ruh medeniyetimizin ikliminde yaşamanın yaşatmanın dilini bulmaya çalışıyorduk.

Gönül dostlarıyla birlikte kültür kurumlarının takdir etme kabiliyeti ve zevki olmayan nice kıymetli eseri yayınladı H yayınları.

Nezahat hızla büyümüştü. Kitaplar arasında gezinip kasada satış yaptığı bir gün, ufacık kağıtlara atasözleri ve deyimlerden hareketle kendi sözlerini yazıp çizdi ve kitap alanlara birer lira karşılığı satarak parasını kazandı. Belli bir cemaate, bir topluluğa, bir meşrebe ait olmayan hak erenlerin divanını müthiş sohbetler ile sökmeye başladıkça katılımcıları içine alan, sınırları ortadan kaldıran bir yuva oldu kitabevi herkes için.

***

Geçenlerde 10 yaşından gün almaya başlayan Nezahat “Leyla abla” dedi, “yeni bir dükkana geçsek ne güzel olur!” Sahiden de vakit gelmişti. Fakat Üsküdar’da kentsel dönüşüm, boşaltılan dükkanlar, fahiş fiyatlar, emlak pazarlıkları derken... H yayınları enerjisini yayıncılığa veriyordu. Ama bir yandan da Üsküdar’ın rahmetli Ahmet Yüksel Özemre’nin anlattığı o attar dükkanı bugünün ruhunda diriliyordu. Yayınevinin yegane sermayesi de zaten on yıl önce ilk açıldığında Özemre’nin sözü ile hocamın birikiminin eseriydi. İnsandı bunun ana maddesi. Değişmeyen özü.

Hedef kitap yaparken insan olmaktı, insan yapmaktı. Giderek aşk ve irfan medeniyetine kattığımız ruh ile erenlerin izinde, çocuklar ve gençler için olduğu kadar ihtiyarlar için de bir buluşma noktası olmaya başlıyordu kitabevi. Bir tür insanevi!

Azat yokuşundaki iki yılı doldurmaya günler kala sahilde Paşalimanı’nda bir dükkan ile çarpıştı elemanlar, uzunca bakıştılar. Azat yokuşundan Sultantepe’ye bir hicret olacak gibiydi. Artık çay kahve şerbet içilebilecek, okunabilecek, göz göze ve yüz yüze bakılabilecek, gönül tokuşturacak bir mekanı oldu yayınevimin. Her içeri gelen, üst kat var mı diye sormaya başladı biz yerleşmeye çalışırken. Sonunda bunu bir niyaz olarak kabul edip amin demeye başladık.

Şimdi açılıştayız. Saraybosna’dan Amina Jesenkovic, ressam Tülay Gürses, değerli hocalarımız Mustafa Tahralı, yazar Musa Dede, senarist İsa Yıldız, eşim Semih Kaplanoğlu, Fahriye Yakıt hanımefendi gibi gönül dostlarımız bizimle birlikte. Mahmut Dipşar hocamın duasının akabinde Elif Ömürlü Uyar hanımefendi Yunus’tan ilahiler söylüyor. Tatcı hocamızın Üsküdar şiirini ve bestesini icra ediyor. Nezahat servis yapıyor. Bir eliyle bana akide şekeri uzattı. “Al Leyla abla” dedi. “Nezahat bu senin akiden” dedim.

Akdimiz olsun! Uzun bir yolculuktayız hep birlikte. Her meşrepten dostlar ile birlikteyiz. “Burası meslek-i Muhammedî’lerin mekanıdır!” Diyor hocam. Şiir devam ediyor dize dize. Diz dize. “Medine-i Üsküdar. Her köşede bir er var. Üsküdar gönül demek. Bülbüllere gül demek.."

#Meslek-i Muhammedî
#Üsküdar
#İstanbul